Lübnan
Yerel, mezhepsel ve uluslararası aktörlerin şiddetli karşılaşmaları: Lübnan’ın “kurumsallaşmış sessizliği” ve ötesi
Lübnan, uzun süreli bir silahlı çatışma, bunu izleyen dönemde şiddetin trajik devamlılığı ve ağır insan hakları ihlallerinin ardından parçalanmış, şiddet dolu ve bastırılmış bir geçmişle baş etmek zorundaydı. Yapılandırılmış bir geçiş döneminin olmayışı, sınır komşusu ülkelerin uzun süreli askeri ve siyasi müdahaleleri, devam eden siyasi dengesizlik ve iç savaş sonrası dönemde bir türlü dinmeyen şiddet zor bir durum oluşturuyordu. Dahası, farklı mezheplerden gelen yerel, askeri ve paramiliter aktörlerden, komşu ülkeler ve onların yereldeki taşeronlarına uzanan bir kapsamdaki sorumluların karmaşık kimlikleri, geçmişle yüzleşme konusunu oldukça hassas hâle getiriyordu.
Sosyal bilimci Iosif Kovras’ın Lübnan örneğini tanımlamak için kullandığı bir kavram olan “kurumsallaşmış sessizlik,” 1 iç savaşı izleyen 20-30 yılda değişmeden varlığını sürdürdü. Çeşitli ve devamlı nitelikteki zorluklar ve karmaşaya rağmen, 2005 yılını izleyen hareketlilik döneminde, hem kayıp ailelerinin hem de yerel sivil toplum örgütlerinin bitmez tükenmez çabalarına ek olarak, farklı uluslararası örgütlerin ısrarcılığı sayesinde durum görece ümitliydi. 2005 yılı sonrası ortaya çıkan hareketlilik bağlamında, özgün ittifak biçimleri ve yeni aktivizm türleri, kayıplar konusunu ele almak ve Lübnan’ın trajik geçmişiyle yüzleşmek için beklenti dolu bir ivme yaratmışa benziyordu. Günümüzde, bu iyimser hareketlilikte önemli bir olumsuz değişim olduysa da böylesi beklenti uyandıran bir ortamı mümkün kılan çabaların bir değerlendirmesinin hâlâ güncelliğini koruduğuna inanıyoruz.2
Arka plan
Lübnan’da 1975’ten 1990’a kadar süren silahlı çatışma, farklı dini/mezhepsel ve ulusal/etnopolitik kimlikler arasındaki çeşitli çatışmaların bir sonucuydu. Farklı siyasal bağlılıkların da bu çekişmeleri şiddetlendirdiğini eklemeye gerek yoktur. Lübnan’ın Hıristiyan ve Müslüman toplulukları arasında artan siyasi ve toplumsal gerilimlere, bu toplulukların siyasi liderleri arasında yükselen iç iktidar mücadeleleri eşlik ediyordu. Hıristiyan ve Müslüman topluluklar arasında uzun süredir devam eden iktidar paylaşımı konusu, Filistinli silahlı grupların artan etkisiyle daha da çetrefilli hâle gelmişti.3 Yaşanan iç şiddetle birlikte Lübnan’a komşu iki ülke olan İsrail ve Suriye’nin askeri müdahaleleri, Filistin Kurtuluş Örgütü gibi Filistinli silahlı örgütlerin Lübnan’da giderek artan etkisi, İran, Irak ve Suudi Arabistan gibi diğer bölgesel aktörlerin girişimleri ve son olarak, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri gibi uluslararası aktörlerin müdahaleleri kanlı iç savaşı ve akabindeki şiddet dolu dönemi beraberinde getirdi.
Savaş sırasında, radikal Hıristiyan militanlar, mevcut siyasi statükoyu korumak adına harekete geçerken, muhalif Müslümanlar ve Filistinlilerin mücadelesine sempati besleyen siyasal sol hareketlerin mensupları, Müslüman topluluğa yönelik adaletsiz olduğu düşünülen mevcut sistemi değiştirmek amacıyla harekete geçti ve yüzlerce militan topluluk sıcak silahlı mücadeleye girişti.4 Pogromlar, katliamlar, yargısız infazlar, zorla yerinden etmeler, insan kaçırmalar ve zorla kaybetmeler savaşın tüm tarafları tarafından savaş stratejisi olarak kullanıldı ve tahminen 144.240 insanın ölümüne yol açtı. Savaş boyunca ülkenin altyapısı ve kamu hizmetleri kullanılamaz hâle geldi, ekonomi tamamen çöktü ve siyasal sistem, tüm kuruluşlarıyla birlikte bütünüyle işe yaramaz hâle geldi. Lübnan vatandaşlarının yaklaşık yüzde 75’i, silahlı çatışmayı doğrudan deneyimlediğini belirtti.5 Savaşın ilk iki yılı olan 1975 ila 1977 arasında, insan kaçırma vakaları yaygındı ve bunların çoğu mağdurların kaybedilmesiyle sonuçlanıyordu.6
Her ikisi de Lübnan’ın komşusu ve topraklarının bir kısmını işgal etmiş olan Suriye ve İsrail’in müdahaleleriyle, insan kaçırmalar ve zorla kaybetmelerin örüntülerinde 1980’li yılların başında değişiklikler oldu. Savaş boyunca yüzlerce Filistinli ve Lübnanlı Müslümanın yanı sıra, Lübnan sol siyasetinin mensupları İsrail tarafından kaybedildi.7 Ayrıca, Suriye faktörü de tabloyu çetrefilli hâle getiriyordu: Suriye doğrudan Lübnan’ı işgal edip yereldeki taşeron güçleriyle iç savaşın en önemli aktörlerinden biri olmakla kalmadı, varlığını savaşın bitiminden çok sonrasına kadar sürdürdü. Pax-Syriana dönemi8 boyunca, “1990’dan 2005’e kadar, azalmamış olan önceki kaybetme biçimleriyle eş zamanlı olarak yeni bir örüntü ortaya çıktı: Hizbullah’ın kontrolündeki gruplar tarafından Lübnanlılara yönelik gerçekleştirilen büyük kaçırma dalgaları sonrasında mağdurlar Suriye cezaevlerine naklediliyordu.” 9 Böylece, on beş yıl süren savaş ve onu izleyen şiddet dolu dönem, mağdurlar, sorumlular, suç ortakları ve suç örüntülerinin çetrefilli ve karmaşık bir bileşimini yarattı. Bu bileşim, güçlü korku, güvensizlik ve kayıp duygularını besleyerek, Lübnan toplumunu derinden etkiledi.
Suç Örüntüleri
Lübnan hükümeti tarafından yayımlanan bir raporda, savaş boyunca 17.415 kişinin kaybolduğu ya da zorla kaybedildiği tahmin ediliyor.10 Öte yandan, Lübnan’da yaşayan tanınmış insan hakları aktivisti Lynn Maalouf, bu sayının yüksek tutulduğu kanısında: Ona göre, titiz bir belgeleme çalışması ile sayının azalması mümkün; zira bu sayı, devamında yapılmış bir soruşturma olmadan yalnızca kayıp yakınlarının polise yaptıkları bildirimlere dayanıyor.11 Yukarıda da altı çizildiği üzere, Lübnan ordusu, Lübnanlı milisler, Suriyeli ve İsrailli güçler ile yereldeki taşeron kuvvetleri dahil olmak üzere, savaşın tüm tarafları zorla kaybetmelere karışmış ve bunlar sık sık bu gruplar arasındaki eşgüdümle gerçekleştirilmişti. “Çoğunluğu sivillerden oluşan mağdurlar, kontrol noktalarının yanı sıra evlerinden ve sokaktan alınıyorlardı. Kaçırılmalarının birçok sebebi vardı; diğer tutsaklar karşılığında, para ya da intikam için veya bazı gözlemcilerin ileri sürdüğü üzere, insanları mezhep ayrılıkları temelinde ayıracak bir yerinden edilme için kaçırılabiliyorlardı.” 12
Kaybetmeler yalnızca insan kaçırma biçiminde gerçekleşmiyordu. Birçok kişi toplu katliamlar, pogromlar ve silahlı çatışmanın diğer biçimleri sonucu kayboluyor ve toplu mezarlara gömülüyordu. Resmi olmayan raporlara göre, kaybedilenlerin bazıları daha sonraları denize atılıyordu. Resmi bir geçiş dönemi veya geçiş dönemi adalet mekanizması ya da geçmişle yüzleşme siyaseti olmadığından ötürü, zorla kaybedilenlerin profiliyle ilgili doğru veri bulunmuyor, fakat Uluslararası Kızılhaç Örgütü’nün 324 aileden oluşan bir örnekleme dayanarak yürüttüğü kapsamlı araştırmaya göre, hemen hemen tüm kaçırılanlar erkekti ve çoğunluğu kaybolduklarında gençti.13 Yine aynı verilere göre, kaybedilenlerin aşağı yukarı yarısı evliydi ve dolayısıyla geride bir eş ve sıklıkla çocuk(lar) bırakmışlardı. Ağırlıklı olarak ailenin geçimini sağlayan onlardı ve yüzde 72’si kaçırıldıkları zaman bir işte çalışıyordu. Aynı derecede önem taşıyan bir diğer konu ise, çoğunluğunun –yüzde 82- sivil olması ve yalnızca yüzde 16’sının savaşçı olmasıydı.
Lynn Maalouf zorla kaybedilenleri üç gruba ayırıyor:
- Lübnanlı ve Filistinli milisler, güvenlik teşkilatları ya da Lübnan ordusu (bununla birlikte bu gruplar bazen İsrail ya da Suriye güçleriyle ilişkili olabiliyor ve mağdurları onlara naklediyorlardı) tarafından kaybedilenler. Bunların çoğunun ölmüş olduğu varsayılıyor.
- Suriye ordusu ya da onun yereldeki ittifakları tarafından alınan kişiler. Kayıp yakınlarının birçoğu bu kişilerden bazılarının hâlâ Suriye hapishanelerinde olduğu umudunu taşıyor ve bu yüzden bu mağdurlar çoğu kez kayıp ya da kaybedilen olarak değil, “tutuklu” olarak tanımlanıyor.
- İsrail ordusu ya da onun şu an dağıtılmış durumdaki müttefiki Güney Lübnan Ordusu tarafından alınan kişiler. 14
Bu sınıflandırma, kayıp yakınlarının birbirinden farklılaşan talepleri ile bu talepleri savunmak ve yaymak için kurdukları farklı örgütleri anlamak için büyük önem taşıyor. Tüm silahlı gruplar, çatışmanın ilk evresinde, dini ya da ulusal kimlikler temelinde kişileri hedef alarak gerçekleştirdikleri kaçırmalarda, farklı topluluklarda korku uyandırmayı ve intikam saldırılarını kışkırtmayı amaçlıyordu. 1980’li yıllarda silahlı gruplara ek olarak Suriye, Lübnan ve İsrail orduları, çoğunlukla siyasi ve askeri kanattan muhalifleri hedef alarak, keyfi biçimde kişileri gözaltına alıyor ve zorla kaybediyordu. 1982 ila 1983 yılları arasında, 2000’in üstünde kişinin milisler tarafından kaçırıldığı ya da İsrail işgali sonrası Lübnan ordusu tarafından tutsak alındığı düşünülüyor; yüzlercesi ise İsrail güçleri tarafından tutsak alındı ve İsrail’e nakledildi.15 Suriye işgali ve hakimiyeti sonrası Suriye güçleri ve onların yereldeki taşeronları, hem iç savaş sırasında hem de sonrasında yüzlerce kişiyi kaçırdı. Uluslararası Af Örgütü’ne göre, bunların hepsi karmaşık vakalardan oluşmaktadır; zira bu tutsaklıkların varlığı Lübnanlı ya da Suriyeli makamlar tarafından çok nadiren kabul ediliyor ve kayıp yakınlarının Lübnanlı yetkililere yaptığı başvurular söylenenlere göre ya reddediliyor ya da ilgisizlikle karşılanıyordu.16 2000’li yıllarda, kaçırılan Lübnanlılardan bazılarının, çok uzun süreler sonunda Suriye cezaevlerinden serbest bırakılmaları, ailelerin Suriyeli güçler tarafından kaybedilen yakınlarını bulma umudunu güçlendirdi.17
Suçun bu farklı örüntülerinin yanı sıra, bunları gerçekleştiren aktörlerin çeşitliliği, kaybedilenler konusunun üzerine gitme açısından çetrefilli ve parçalı bir durum yarattı. Böylesi parçalı bir durumun sonucu olarak, zorla kaybedilenlerin geride bıraktıklarıyla ilgili meseleler çok zorlu hâle geldi. Kayıp yakınları tarafından, çeşitli talepler, stratejiler ve metotlarla kurulan farklı örgütlerin varlığı da bu çetrefilli tablonun bir diğer sonucudur.
Hukuki Durum
Lübnan’da iç savaşı sonlandırma ve siyasi normalleşme için temel olma hedefi güden Taif Anlaşması’nın (Ulusal Uzlaşma Anlaşması ya da Ulusal Anlaşma Belgesi olarak da bilinir) 1989 yılında imzalanması sonrası, önemli af yasaları yürürlüğe girdi. Öte yandan, siyasi normalleşmenin, ne yazık ki resmi bir unutma ya da sessizlik politikası üzerinden hayata geçirilmesi planlandı. 1991 yılında, 84. Kanun olarak anılan genel af yasası uygulamaya konuldu ve “kişisel bir motivasyon ya da çıkar amacıyla işlenmedikleri sürece siyasi suçlar ya da siyasi bir boyutu olan suçların yargılanmasıyla ilgili geniş kapsamlı bir af” 18 yürürlüğe sokuldu. Bu geniş kapsamlı affın tek istisnası, siyasi ya da dini liderlere yönelik işlenen suçlardı, ki bu da mağdurlar arasında bir nevi yasal ve ahlaki bir hiyerarşi yaratıyor, elit mağdurların sıradan olanlardan daha önemli olduğunu ima ediyordu.19 Dolayısıyla, bu yasa zorla kaybetmelerin etrafındaki yasal boşluğu artırmış oldu. Öte yandan, bazı farklı yazarlar ise bu affın kaybetmelerin sorumluları için uygulanamayacağını, çünkü yasanın, çıktığı tarihten sonra işlenmiş ya da devam eden suçları dışarıda bıraktığını öne sürüyordu.20 Bu görüşe göre, zorla kaybetmeler bu af yasasının kapsamı dışında kalmaktadır, çünkü devam eden bir nitelik göstermektedir.
Af yasası, aynı derecede önemli diğer sebeplerle birlikte, bu unutulma ve sessizlik sahnesini oluşturan faktörlerden biriydi.
Af yasasının bu kurumsallaşmış sessizlikteki rolünü Lübnan bağlamında fazla öne çıkarmaktansa, başka unsurları da hesaba katmak gerekiyor. Iosif Kovras, Lübnan’daki kurumsallaşmış sessizliğin temel sebeplerine bakarken, bunu yalnızca af yasasını –ki bu yasa aslında, kurulmakta olan daha geniş kapsamdaki çok boyutlu kurumsallaşmış sessizliği yansıtıyor–hukuk merceğinden açıklamak yerine, daha incelikli bir analiz sunar. Bu kurumsallaşmış sessizliğin nedenleri; İsrail ve Suriye’nin devam eden işgalleri sebebiyle asgari düzeyde güvenliğin var olmamasının yanı sıra, devam eden siyasi dengesizlik ve şiddet, devlet kurumlarının, özellikle de yargının demokratikleşmemiş olması ve uluslararası aktörlerin uzun süre boyunca sınırlı kalan mevcudiyetidir. Kovras, ayrıca, milisler ve toprak sahiplerinin yerleşik güvenlik aygıtlarının, Taif Anlaşması sonrasında değişmeden kaldığının ve hatta “geçiş dönemi” sonrası geliştiğinin altını çiziyor.21 Bu sebeple af yasası, aynı derecede önemli diğer sebeplerle birlikte, bu unutulma ve sessizlik sahnesini oluşturan faktörlerden biriydi. Kovras, 1980’lerden bu yana, yalnızca 10 kadar ailenin yasal yollara başvurduğunu belirtiyor.22 Bu çarpıcı veri ise, yasal mekanizmalar karşısında, af yasasının ötesine geçen, yapısal güven eksikliğini ortaya koyuyor.
Zorla kaybedilenlerle ilgili bir diğer önemli hukuki düzenleme de 1991 yılında yürürlüğe giren 434. Kanun’dur. Bu kanun kapsamında aileler, eğer dört yıldan fazla süredir kayıplarsa, kaybedilen yakınlarını yasal olarak ölü ilan edebiliyordu. Lübnanlı siyasiler, her ne kadar bu yasayı miras, evlilik ve diğer medeni haklar konularına bir çözüm olarak sunmuş olsalar da, çoğu aile bunu hukuki bir yol olarak kullanmayı reddetti. Çünkü ölümlerine dair herhangi bir emare ya da akıbetleriyle ilgili herhangi bir bilgi olmaksızın aileler kaybedilen yakınlarını ölü olarak ilan etmek istemedi.23
Hafızalaştırma Çabaları
İlk olarak, 2000’li yıllarda kurulan üç resmi araştırma komisyonunu değerlendirmek gerekir. Çünkü bu komisyonlar, neredeyse hepsi başarısız ve etkisiz olduysa da geçmişle hesaplaşma ve kayıplar meselesini ele alma konusunda resmi alanda gösterilen çabaları yansıtmaktadır. Altı aylık bir süreyle faaliyet göstermesi planlanan ve yalnızca yüksek rütbeli yetkililerden oluşan ilk ‘savaş sonrası’ komisyonu, Ocak 2000’de kayıplar ve kaçırılanların akıbetini araştırmak amacıyla kuruldu. Komisyon, aile üyelerinin kayıp kişiye dair bilgileri ve kaybolma koşullarını içeren bir dosyayı, merkez amirinin bilginin doğruluğu konusundaki görüşleriyle birlikte, yereldeki polis merkezlerine iletmeleri gerektiğini ilan etti. Komisyon yaklaşık 2000 dosyayı ele aldı, fakat bireysel olarak sunulan dosyalarla ilgili soruşturma yürütüp yürütmediği bilinmemektedir; gerçekleştirdiği çalışmanın ayrıntıları hiçbir zaman paylaşılmamıştır.24 Ayrıca, Anayasa Mahkemesi’nin bir stratejik dava sürecinin ürünü olarak verdiği kararla, hükümet komisyon dosyalarını kaybedilenlerin ailelerine vermek zorunda kaldığında, bireysel sunulan dosyalara yönelik soruşturma yapılmadığı, yalnızca ailelerden form toplandığı ortaya çıktı. Sonuçta, komisyon, mağdurlar, sorumlular ve kaybedilmeler sırasındaki koşullarla ilgili hiçbir bilgi içermeyen ve tüm kayıpları ölü varsayan, iki buçuk sayfalık kısa bir belge yayımladı.25 Ölü addedilen bu kişilerden 54’ünün, 5 ay sonra Suriye tutukevlerinden canlı olarak çıktıları düşünüldüğünde, komisyonun meşruluğunun oldukça zayıf olduğu anlaşılır.
İkinci komisyon, özellikle Suriye tutukevlerinde olduğuna inanılan kayıplara yoğunlaşmak üzere Ocak 2001’de kurulmuştu. Üyeleri yine üst düzey güvenlik yetkililerinden oluşsa da, bu sefer aralarında Beyrut ve Trablus barolarından temsilciler de yer alıyordu. Komisyon iki kez uzatma alarak 18 ay boyunca çalıştı ve toplamda 870 vakayı inceledi. İlkin gizli olarak hazırlanan final raporu, Beyrut Barosu’nun bazı önemli bölümlerini yayımlamasıyla kamuyla paylaşıldı.26 Son olarak, Suriye Ordusu’nun Lübnan’dan çekilmesinin hemen sonrasında, üçüncü komisyon Suriye-Lübnan ortaklığında, Suriye cezaevleri ve tutukevlerinde kaldıktan sonra kaybolanların akıbetini belirlemek amacıyla, Haziran 2005’te kuruldu. Bu iki taraflı komisyon da elle tutulur ya da önemli bir netice elde edemedi ve görünür bir ilerleme sağlanmadı.27
Lübnanlı siyasi nomenklaturayı bu komisyonları kurmak durumunda bırakan siyasi baskı, çoğunlukla kayıp yakınları tarafından kurulan taban örgütlerinden kaynaklanıyor. Lübnan’da belli başlı üç aile örgütü bulunuyor. İlk olarak, Lübnan’da Kaçırılanlar ve Kayıp Aileleri Komitesi (Komite), öldüğü varsayılan kayıpların mezarlarının açılıp kimliklerinin belirlenmesi ana talebiyle, 1982 yılında kuruldu. Tutuklu ve Sürgün Lübnanlılara Destek (SOLIDE), Suriye tutukevlerinde/hapishanelerinde tutuklu olan/burada kaybolan kişilerin salıverilmesini sağlama amacıyla, 1989 yılında kuruldu. Üçüncü örgüt ise, İsrail Cezaevlerindeki Lübnanlı Tutukluların Desteklenmesi için İzleme Komisyonu, İsrail’de ölü olduğu varsayılan kayıpların kemiklerinin ülkeye iade edilmesi ana talebiyle, 1999 yılında kuruldu.28 Farklı talepleri, konumlanışları ve bazen birbirine rakip çözüm önerileri olan bu örgütler, yine de yıllar süren iletişim ve diyalog sonucu, Kayıplar için Eylem gibi sivil toplum örgütlerinin önemli desteğiyle, iş birliğine dayalı ilişkiler kurmayı başardı.
Bu örgütler, Uluslararası Geçiş Dönemi Adaleti Merkezi (ICTJ) tarafından da desteklenen girişimleriyle, elle tutulur bir hukuki sonuca da ulaştı. ICTJ, Lübnanlı iki avukatı, stratejik dava üzerine bir rapor yazmaları için görevlendirdi. “Zorla kaybedilenlerin (SOLIDE ve Komite tarafından temsil edilen) aileleri, raporun önerilerini temel alarak, Mayıs 2009’da Devlet İstişare Konseyi’ne hakikati bilme haklarının tanınması ve devletin bilgi paylaşmamasının (2000 ve 2001 yılı inceleme komisyonlarının kamuoyuna açıklanmayan bulgularını temel alarak) tazmini talebiyle iki başvuruda bulundu.” 29 Bu girişim sonucunda, 4 Mart 2014’te Şura Konseyi olarak bilinen Lübnan Devlet Konseyi, soruşturma belgelerine kayıp ailelerinin erişimini engelleyen önceki kararın bozulmasına karar verdi. Bu karar aynı zamanda Lübnan hukukunda “hakikati bilme hakkı”nın ilk kez tanınması anlamına geldi.30
Ayrıca, bütün bu devamlı girişimler, farklı taraflardan gelen kamusal özürlerin önünün açılmasında da etkili oldu. İlk olarak, 2008 yılında Lübnan’da görevlendirilen ilk Filistinli elçi olan Abbas Zaki, Lübnan’daki silahlı mevcudiyetleri sırasında sebep oldukları zarardan dolayı, Filistin Kurtuluş Örgütü adına resmi bir özür yayımladı. Akabinde aynı yıl, Lübnan Güçleri lideri Samir Geagea, benzer bir açıklama yaparak, Lübnan savaşı sırasında yapılan “hatalar” için özür diledi. Fakat, açıklamasını üstü kapalı tutarak, mağdurlar ya da yapılan hak ihlallerinden bahsetmek yerine, özrünü Allah’tan af dileme etrafında çerçevelendirdi. Son olarak, Cumhurbaşkanı Süleyman’ın, yine 2008 yılında, göreve başlamadan önce yaptığı konuşma, devletin resmi yaklaşımında bir değişime işaret ediyordu. Zira halkın önünde, mahkum ve tutsakların serbest bırakılması ve kayıpların akıbetinin ortaya çıkarılması için çok çalışacağının altını çizmişti.31
Lynn Maalouf, Lübnan’da Suriye mevcudiyetinin sonlanması ve bundan beş yıl önce biten İsrail işgalini takip eden 2005 sonrası dönemin, geçmişle ve zorla kaybetmelerle yüzleşme üzerine çalışan aktivist ve savunucular dahil olmak üzere, sivil toplumun genelinde yeni bir hareketlenme yarattığını öne sürüyor. Diğer yandan Kovras, uluslararası aktörlerin devreye girişinin damga vurduğu 2008 sonrası dönemin altını çiziyor. ICTJ, Uluslararası Kızılhaç Örgütü ve Friedrich Ebert Stiftung gibi uluslararası sivil toplum kuruluşları ve farklı kurumların desteği ve girişimlerinin, diğer uluslararası örnekler ve kayıp yakınlarının mücadelesinin farklı yönlerini incelemede etkili olduklarını ve bunların öğretici sonuçlar doğurarak, talepleri Lübnan bağlamında yeniden çerçevelendirdiğini iddia ediyor.32 Çekişmeli konumlanışlarına rağmen, farklı taban örgütleri arasındaki yerel işbirliği ile uluslararası deneyim ve bilgiden edinilen sürekli destek, iyimser ivmenin kaybına rağmen incelenmeye değer bir örnek oluşturmuşa benziyor.
Bireysel Hikâye
BİRLEŞTİRİLMİŞ KANUN TASLAĞI
ICTJ, 2010 yılında, kayıp yakınlarını da temsil eden bir Lübnanlı avukatı, ilgili bazı STK ve aile örgütleriyle33 yapılacak istişareler ve uluslararası örgütlerin geri bildirimleri sonucu bir kanun taslağı hazırlaması için görevlendirdi. Kanun taslağı, kayıpların izlerinin takip süreçleri, toplu mezarların korunması ve açılmasının yanı sıra, ”Lübnan’daki kayıpların ve kaybedilenlerin akıbetinin netleştirilmesiyle ilgili diğer meseleleri” yönetmesi için bir komisyon kurulmasını önerdi.34 Bu kanun taslağının arka planında, kayıp ailelerinin örgütleri arasındaki olağanüstü işbirliği çabalarının yanı sıra, farklı yerel STK’ların stratejik düşünmesi ve uluslararası alandan gelen destek vardı. İlk aşamada, Lübnanlı 17 insan hakları kuruluşu bir araya gelerek, kayıplar konusunun öncelikler arasına alınması, resmi arşivlere dayanarak kayıpların akıbetinin araştırılması, toplu mezarların açılması, tutsaklar, kayıplar ve onların aileleri için kapsayıcı bir onarım planı ve uluslararası uzmanlar ve uluslararası sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla bir Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nun kurulması taleplerini içeren bir bildiriyi kaleme aldı.35
Bu yasa taslağının hazırlanması, birbirine rakip, bazen de zıt gündemleri olabilmesine rağmen, farklı paydaşlar arasında önemli bir işbirliği ve dayanışma sürecine sahne oldu. Bu olumlu ivme şiddetli bir değişime uğradıysa da, işbirliğinin imkân ve zorluklarını gösteren önemli bir girişim olmaya devam ediyor. Sivil toplum aktörlerinin olası etkisini zayıflatan bir küresel sorun olan farklı paydaşlar arasındaki dayanışma eksikliği, bu işbirliğinde kısmen de olsa giderilmiş görünüyor. 2012 ve 2014’te, iki kanun tasarısı art arda Lübnan Parlamentosu’na sunuldu. Nisan 2014’te sunulan ikincisi, Lübnan’daki Kayıplar ve Zorla Kaybedilenler Kanunu adını taşıyordu ve kayıp yakınlarının taban örgütlerinin, diğer yerel STK’ların ve ICTJ gibi uluslararası paydaşların katkılarıyla tamamlanmıştı. Ne yazık ki iki tasarı da parlamentoda tartışılmadı, fakat Nisan 2015’e gelindiğinde, Birleştirilmiş Kanun Taslağı adlı bir belgede gözden geçirilip bir araya getirilmişti.36 Birleştirilmiş Kanun Taslağı hâlâ parlamentoda beklemede olsa da, kanunun birbirinden bu kadar farklı ve tarih boyunca çekişmeli olmuş böylesi paydaşların katkıları ve işbirliği ile tasarlanmış olması, görece bir başarı olarak görülebilir. Ayrıca, uluslararası örgütlerin katkıları da bahsedilmeye değerdir. Son olarak, bu sürecin bir dizi etkinlik, konuşma ve toplantının yolunu açtığını belirtmek gerekir, ki bu da zorla kaybetmeler konusundaki sessizliği delme konusunda bir etkiye sahip olabilir.