Türkiye
Süreğen çatışma zamanlarında adaleti aramak: Cumartesi Anneleri ve sevdikleri
Zorla kaybetmeler, bir bakıma Türkiye’nin demokratikleşme çabalarının temelinde yatan farklı sorunları temsil ediyor. Bir yandan, kayıp yakınlarının mücadelesi toplumun farklı kesimleri tarafından yaygın şekilde bilinmekle kalmayan, aynı zamanda resmi yetkililerce de kısmen tanınan alternatif bir hafıza alanı yarattı. Bir yandan da, zorla kaybetmelerle ilgili ceza davaları, her ne kadar henüz somut sonuç elde edilmese de, cezasızlığa karşı yürütülen hukuk mücadelesinde önemli bir dönüm noktasını temsil ediyor. Çelişkili bir biçimde, mağdurların tanınmasına yönelik verilen mücadelenin ve sorumluları koruyan cezasızlık zırhının kırılmasının başarısızlıkları dahi, siyaset, hafıza ve geçmişle yüzleşme hakkında çok şey anlatıyor. Dolayısıyla, siyaset alanının çeperlerinde işlenen bir devlet suçu olan zorla kaybetmeler, Türkiye’deki demokratikleşme süreci ve insan hakları mücadelesinin çelişkileri ve dolambaçlarını gözlemlemek için en uygun alanı temsil edebilir.
Arka Plan
Zorla kaybetme Türkiye’de yeni bir olgu değil. Tam tersine, 20. yüzyılın başındaki Ermeni Soykırımı’na kadar geri gidilebilir. Ermeni Soykırımı’nın başlangıcı olarak kabul edilen 24 Nisan 1915’te, o zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olan İstanbul’da yaşayan 262 Ermeni entelektüeli, siyasetçisi ve ileri geleni gözaltına alındı; çoğunun akıbeti hâlâ bilinmemektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra, 1930’lar ve devamında, devlet zorla kaybetme stratejisini gerekli görülen hâllerde ve seçici bir tarzda kullanmaya devam etti. Örneğin, Türkiye’nin önde gelen yazarlarından ve son dönemde Kürk Mantolu Madonna adlı klasikleşen modern romanının aniden popülerleşmesiyle çok iyi tanınır hâle gelen Sabahattin Ali de Bulgaristan sınırını geçerken, iddialara göre ülkeyi terk etmesine yardım eden bir adam tarafından infaz edilmişti.
Sabahattin Ali’nin yanı sıra, diğer başka tekil örneklerden de bahsetmek mümkünken, zorla kaybetmelerin sistematik olarak uygulanmaya başlaması, Türkiye’nin siyasi iklimini olağanüstü etkilemiş olan 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle başlar. Bazı önemli olaylar ve rakamlar bu askeri müdahalenin belirleyici etkisini anlamada yardımcı olabilir: Darbe sonrası Türkiye Büyük Millet Meclisi kapatıldı; anayasa askıya alındı; siyasi partiler, sendikalar ve diğer başka kurumlar kapatıldı ve malvarlıklarına el konuldu; 650.000 kişi gözaltına alındı; 230.000 kişi yargılandı; 517 kişi idam cezasına mahkum edildi; bu mahkumiyetlerden 50’si infaz edildi; 14.000 kişinin vatandaşlık hakları ellerinden alındı; 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi ve toplamda 299 kişi cezaevlerinde öldü.1 Darbenin daha geniş kapsamdaki siyasi sonuçları ise, toplumun üzerinde kalıcı bir baskı yaratılması, Türk milliyetçiliğine dayanan monist bir siyasal yapı oluşturulması ve aşırı militarize bir siyasi atmosferdi. Ayrıca, zorla kaybetmeler ilk defa resmi bir devlet stratejisi olarak, daha yapılandırılmış biçimde uygulanmaya başladı; aralarında öğrenciler, işçiler, gazeteciler, sendikacılar ve radikal/silahlı sol hareketlerin militanlarının da olduğu birçok cunta rejimi muhalifi zorla kaybedildi.
Öte yandan, 1980 darbesiyle birlikte yeni bir döneme giren Kürt meselesi, sonraları zorla kaybetmelerin resmi güçler ve paramiliter gruplar tarafından sistematik ve kapsamlı olarak uygulandığı ana saha hâline geldi. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ile Partiya Karkerên Kurdistan (PKK) arasında 1984’te başlayan ve 1990’lı yıllarda yoğunlaşan silahlı çatışma, geniş kapsamdaki siyasi sonuçlarıyla, o dönemde yeni bir devlet şiddeti repertuvarı ihtiyacı doğurdu. Bu siyasi sonuçlar şunlardı: Kürt siyasi hareketi çevresinde kayda değer bir seferberlik; PKK örgütünün siyasal taleplerinin Kürt toplumunun bazı kesimleri arasında popülerleşmesi; gerilla güçlerine katılımın sürekli artmasının yanı sıra, Kürt hareketinin yeni siyasal partiler, gazeteler ve sivil toplum kuruluşları kurması. 1993 yılında Milli Güvenlik Kurulu, “Alan Hakimiyeti ve PKK Örgütünü Bölgede Barındırmama” konseptiyle yeni bir güvenlik stratejisi ilan etti ve Kürt bölgesinde daha “cesur” kontrgerilla yöntemleri uygulanmaya başlandı. Köy ve diğer yerleşim yerlerinin zorla boşaltılması, yasadışı ve keyfi infazlar ve zorla kaybetmelerin sayısı ve yaygınlığında, resmi devlet ideolojisinin egemenlik krizine bir cevap olarak, bu “alan hakimiyeti” stratejisinin uygulanmaya başlamasıyla birlikte görünür bir artış oldu.
Suç Örüntüleri
Türkiye’de zorla kaybetmeler üç kategoriye ayrılıyor: erken dönemde kaybedilenler, çoğunluğu radikal/silahlı sol örgütlerin militanı olan ve 1980’ler sırasında ve 1990’ların başında kaybedilen öğrenciler, işçiler ve sendikacılar. Yereldeki Kürt sözcülerin olduğu grup, Kürt siyaseti etrafındaki seferberliği temsil eden gazeteciler, siyasetçiler, aktivistler, avukatlar ve insan hakları savunucularından oluşuyordu. Üçüncü grup ise, PKK örgütüne lojistik destek vermekle ya da milis örgütünün bir üyesi olmakla suçlanan, Kürt bölgesinde yaşayan her vatandaştan oluşuyordu. En kalabalık grubun üçüncüsü olduğunu eklemek gerekir. Zorla kaybedilenlerin tam sayısı henüz bilinmemektedir, yine de Hakikat Adalet Hafıza Merkezi’nin bir dizi insan hakları örgütünden topladığı verilerin değerlendirmesine dayanan tahminine göre, çoğu 1993’ten sonra ve ağırlıklı olarak Kürt bölgesi ve Türkiye’nin güneydoğusunda olmak üzere, toplam 1353 kişi zorla kaybedildi.
Suçun sorumluları, çoğunlukla kontrgerilla ekibi olarak bilgi toplamak ve operasyon gerçekleştirmek üzere, Kürt bölgesi boyunca konuşlanmış olan Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele (JITEM) ekipleriydi. JİTEM; ordu mensupları, emniyet mensupları, köy korucuları (devlet tarafından silahlandırılmış ve PKK örgütüne karşı mücadelede yer alma görevi verilmiş paramiliter gruplar) ve itirafçılardan (PKK örgütünün iç yapısı, ilişkileri ve lojistik bağlantıları hakkında bilgi verdikleri için resmi olarak hukuki koruma alıp, paramiliter güçlerin yanında PKK ile savaşan eski mensuplar) oluşuyordu. Bu gruplar, insanları çoğunlukla tanıkların önünde (aile üyeleri, komşuları, iş arkadaşları ya da arkadaşları) evlerinde, işyerlerinde, pazarlarda ya da olaya tanık olan birtakım başka kişilerin olduğu benzeri kamusal yerlerde resmi şekilde gözaltına alıyordu.
Suçun bir diğer önemli unsuru da devlet görevlisi ya da JİTEM ekiplerine ya da diğer resmi oluşumlara yakın/onlarla iyi ilişkiler içinde olduğunu öne süren farklı kişilerin, kayıpların ailelerinden para talep etmesidir. Tipik olarak, kim olduğu bilinmeyen kişiler, genelde bir telefonla ailelerle iletişime geçiyor ve zorla kaybedilen kişinin bulunduğu yer hakkında bilgi sahibi olduklarını ve bunu para karşılığı paylaşabileceklerini söylüyordu. Yine, sıklıkla aileler şartlarını zorlayarak, söz konusu meblağı toplayabilmek için ellerinden geleni yapıyor ve bunu o bilinmeyen kişiye teslim ediyordu. Fakat, ne yazık ki bu trajik değiş tokuş sonrası bile, neredeyse hiçbir zaman sevdiklerinden kalanlara ulaşamıyorlardı.
Son olarak, bir diğer önemli konu da çarpıcı şekilde kayıpların bedenlerinin/kemiklerinin sürekli olarak yok olmasıdır. Hafıza Merkezi’nin verilerine göre, zorla kaybedildiği doğrulanan 486 kişiden 277’sinin bedeni Temmuz 2017 itibarıyla hâlâ kayıptır.2 Çoğunlukla yakınlarının çabaları sonucu bedeni/kemikleri bulunan küçük bir azınlık haricinde, kaybedilen kişinin bedeni/ kemikleri ailelerine düzgün şekilde verilmemiştir. İşkence ve kötü muamelenin ağır izlerini taşıyan bu bedenler, ağırlıklı olarak yol kenarlarında, köylerin dışında kullanılmayan arazilerde, askeri bölgelere yakın boş arazilerde, su kuyularında, lağım çukurlarında ve inşaatlarda bulunuyordu.3
Diğer bir deyişle, 1990’lar tam bir cezasızlık dönemi oldu.
Hukuki Durum
1990’lar boyunca ya da 2000’lerin başlarında, zorla kaybetmelere karışmış resmi sorumluların neredeyse hiçbiri yargılanıp ceza almadı. Kayıp yakınları sistematik olarak yetkili makamlara başvurularda bulundu ve farklı biçimlerde etkisiz cevaplar aldı: Savcıların çoğu türlü bahanelerle dilekçelerini kabul etmedi; kabul edenler arasında ise neredeyse hiçbiri soruşturma başlatmadı. Bazıları askeri görevliler karşısında güçsüz olduklarını belirtti, bazıları da kayıp yakınlarını tehdit etti.4 Diğer bir deyişle, 1990’lar tam bir cezasızlık dönemi oldu.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki (AİHM) durum ise tamamıyla farklıydı. Her ne kadar zorla kaybedilenlerin ailelerinden çok küçük bir bölümü şikayetlerini AİHM’e taşıyabilmiş olsa da AİHM birçok kararında resmi yetkililerin zorla kaybetmeleri soruşturma konusunda isteksiz olduğunu ve Türkiye’de hukuk yollarının etkisiz olduğunu belirledi.5 AİHM’e taşınan en önemli davalar ise Kurt/Türkiye, Çakıcı/Türkiye, Timurtaş/Türkiye, Orhan/Türkiye ve İpek/Türkiye’ydi. AİHM’in zorla kaybetmelerle ilgili gerekçelendirmesinin, Türkiye ve Çeçenistan/Rusya Federasyonu davalarıyla şekillenip dönüştüğü ve zorla kaybetmelerin ayırt edici özellikleri üzerine önemli bir içtihadın ortaya çıkmasıyla sonuçlandığı iddia edilebilir. Bu içtihadın unsurları arasında devlet aktörlerinin dahil olduğuna dair kanıtlar; bedeni bulunamamış bir mağdurun ölümünün belirlenmesi; mağdurun kaçırılması/gözaltına alınmasından bu yana geçen zamanın yorumlanması; kaybolmanın gerçekleştiği bağlam, ispat yükü ve 2. maddede tanımlanan yaşam hakkının prima facie ihlalinin tespiti sayılabilir. Özellikle Timurtaş davası çok önemlidir. Çünkü bu davada AİHM, normal şartlarda aranan makul şüphenin ötesinde ispat standardının, somut öğelere dayanmaları durumunda “yeterince güçlü, sarih ve tutarlı birtakım çıkarsamalar ya da benzer nitelikteki çürütülemeyen maddi karinelerin bir arada var olması”yla karşılanabileceğini öne sürmüştür. Bu karar, yalnızca Türkiye’deki zorla kaybetmeler için değil, Çeçenistan/Rusya Federasyonu’ndaki vakalar için de bir dönüm noktası olmuştur, çünkü devletin sorumluluğunu belirlemede Mahkeme’nin gerekçelendirme biçimini göstermektedir. Hafıza Merkezi’nin çalışmalarına göre, Türkiye, aleyhine AİHM’e taşınan zorla kaybetme davalarının yüzde 87’sinde sorumlu bulunmuştur.
2007 yılında, bazı önemli askeri yetkililerin darbeye teşebbüs suçlamasıyla yerel mahkemelerde yargılandığı yüksek önemdeki iki dava olan Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarının başlamasıyla, 1990’lardaki devlet suçları Türkiye’deki hukuki ve siyasi tartışmaların konusu hâline geldi. Yargılanan ordu mensuplarının, 1990’larda Kürt bölgesinde işlenen suçlara da karışmış olmaları, bazı askeri aktörler ve paramiliter grupların kriminal faaliyetleri hakkında ayrı ceza davaları açılmasını tetikledi. Bu askerler, Kürt meselesinin otuz yılı boyunca işlenmiş ağır insan hakları ihlalleri için mahkemeye çıkmış en kıdemli Türk ordusu mensuplarıydı. Toplam 10 önemli davada6 askerler, köy korucuları, itirafçı grupları ve emniyet üyeleri zorla kaybedilme suçuna karışmaları ve yardım ve yataklık etmeleri sebebiyle yargılandılar. Duruşmalar başta hızlandırılmış prosedürle yapılıyordu. Tüm sanıklar suçların ağır niteliği sebebiyle tutuklu yargılanıyor ve hazırlanan ilk iddianameler sanıklar için ağır cezalar talep ediyordu. Buna ek olarak, 2013 yılında devlet ve PKK örgütünün tutuklu lideri Abdullah Öcalan arasında açık müzakere süreci başlamış ve bu davalara yönelik iyimser beklentileri güçlendirmişti.
Fakat bu iyimser beklentiler karşılık bulmadı. Barış sürecinin sona ermesi ve silahlı çatışmanın yeniden başlamasıyla, davaların gidişatı kökten bir değişikliğe uğradı. Davalar “güvenlik sebebiyle” uzak şehirlere nakledildi, çoğunda mahkeme heyeti ve savcılar birçok kez değiştirildi. Uzun tutukluluk süreleri sebebiyle sanıkların hepsi teker teker tahliye edildi. Bu yayının hazırlandığı tarih itibarıyla, bu davalardan beşi, tüm sanıkların beraatıyla sonuçlandı. Geri kalan beş davadaki sanıklar da beraat etmeyi bekliyor.
Hafızalaştırma Çalışmaları
Zorla kaybedilenlerle ilgili en önemli hafızalaştırma çalışması, ilk oturma eylemlerini 27 Mayıs 1995’te İstanbul’un Beyoğlu ilçesinin en kalabalık yerlerinden biri olan Galatasaray Meydanı’nda yapan Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın girişimidir. İlk oturma eylemi, aralarında zorla kaybedilen Hasan Ocak’ın7 işkence edilmiş bedeninin kimsesizler mezarlığında bulunmasının da olduğu bir dizi olay sonrasında düzenlendi. Yakınları ve ağırlıklı olarak İnsan Hakları Derneği’ne bağlı insan hakları aktivistleri Hasan Ocak’ı ararken, Adli Tıp Kurumu’nda —tamamen tesadüf eseri— zorla kaybedilen bir başka kişinin, Rıdvan Karakoç’un8 isminin geçtiği bazı kayıtları bulmuştu. Ayrıca, eczacı, aktivist ve o sırada yeni kurulmuş olan sağlık çalışanları sendikası Sağlık-Sen’in kurucularından olan, polisin gözaltına aldığı Ayşenur Şimşek9 24 Ocak 1995’te ölü bulunmuştu. Bu olaylardan derin biçimde etkilenen ve Arjantin’deki Madres de Plaza de Mayo’dan ilham alan insan hakları aktivistleri ve kayıp aileleri, Hasan Ocak’ın ailesinin girişimiyle her cumartesi saat 12.00’de Galatasaray Meydanı’nda toplanmaya başlayarak, sevdiklerinin fotoğraflarını ellerinde tutup, sessizce oturarak kayıplara ne olduğunu öğrenmeyi ve sorumluların yargılanmasını talep etti. Her cumartesi aynı yer ve saatte, ellerinde kırmızı karanfiller taşıyarak, slogan atmadan, yalnızca kayıpların fotoğraflarını ve hikâyelerini göstererek, sessiz nöbet tuttu. Her oturma eyleminin sonunda, yıllardır sistematik şekilde uygulanan zorla kaybetme suçuyla ilgili hakikatin ortaya çıkarılması ve adaletin sağlanmasına yönelik taleplerinin altını çizen bir basın açıklaması okunuyordu. Katılımcılarının gözaltına alındığı, işkence ve dayağa maruz bırakıldığı, sürekli baskı ve polis şiddeti gördüğü bu sessiz eylem, 200 hafta boyunca devam etmeyi başardı. Oturma eylemlerinin daha geniş etkileri de oldu. Örneğin, Türkiye’nin en başarılı ve popüler şarkıcılarından biri olan Sezen Aksu, Cumartesi Anneleri için “Cumartesi Türküsü“ adlı bir şarkı yazdı ve şarkının kaydı, popüler haftalık dergi Aktüel’in bir eki olarak dağıtıldı.10
Oturma eylemleri, bu güçlü etkisine rağmen, 13 Mart 1999’da maruz kaldıkları sürekli kötü muamele ve ciddi baskıdan dolayı, kayıp ailelileri tarafından durduruldu. Hasan Ocak’ın kız kardeşi Maside Ocak, ailelerin oturma eylemlerini sonlandırmadığını, yalnızca ara verdiğini söyleyerek, “Bizim için her yer Galatasaray, kayıplarımızı aramaya devam edeceğiz” dedi.” 11 Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın oturma eylemleri, Ergenekon davasının iddianamesi hazırlandıktan sonra, 31 Ocak 2009’da tekrar başladı. Oturma eylemlerinin ana talebi, bu sefer, Ergenekon davasının kapsamının genişletilip, zorla kaybetme suçunu içermesiydi. Çünkü zorla kaybetmelerden sorumlu olan kişiler, o zaman Ergenekon davasında yargılanıyordu. Bu yeni oturma eylemleri serisi, hesap verebilirlik ve adalete yönelik somut bir talepten kaynaklanıyordu. Dahası, bu oturma eylemleri artık Diyarbakır, Batman, Yüksekova ve Cizre gibi Kürt kentlerinde de gerçekleşiyordu. Tam bu dönemde, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, kayıp aileleri ve Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın temsilcileriyle bir toplantı gerçekleştirdi.12 Fakat, 2015 yılında silahlı çatışmanın yeniden başlamasıyla, Kürt şehirlerindeki oturma eylemleri büyük oranda askıya alındı. Şu anda, yalnızca İstanbul ve Diyarbakır’da yapılıyor.
Bireysel Hikâye
TAHİR ELÇİ
“Sizi sevmiyoruz ve heyetten çekilin”
Tahir Elçi, neredeyse tüm kayıp ailelerinin avukatıydı ve zorla kaybetmelerin sorumluları hakkında ceza davalarının açılmasında olağanüstü etkisi olan bir hukukçuydu. Cizreliydi; çalışmaları ve bitmez tükenmez mücadelesi öncelikle avukatlar olmak üzere, tüm insan hakları savunucularına ilham veriyordu. AİHM’e taşıdığı davalar arasında en çarpıcı olanları şunlardır: Ahmet Özkan ve diğerleri/Türkiye, Yavuz ve diğerleri/Türkiye, Cülaz ve diğerleri/Türkiye, Yakışan ve diğerleri/Türkiye, Benzer ve diğerleri/Türkiye, Tanış ve diğerleri/Türkiye, Yumak ve Sadak ve diğerleri/Türkiye.13 Tahir Elçi, Diyarbakır Barosu Başkanı olarak, 15 Ekim 2015 tarihinde CNN Türk kanalında yayınlanan “Tarafsız Bölge” adlı çok popüler bir televizyon programına katıldı. Bu TV programında, PKK örgütünü terörist bir örgüt olarak tanımlamadığını belirtti. Bu açıklamasından sonra, anaakım medyadaki çeşitli TV programları ve gazeteler tarafından hedef gösterildi ve hakkında ceza davası açıldı. 28 Kasım 2015’te, tarihi Dört Ayaklı Minare’nin yamacında, Diyarbakır’ın kentsel alanında devam eden silahlı çatışmayı ve bundan dolayı Sur şehrinin tarihi mirasının, özellikle de Dört Ayaklı Minare’nin zarar görmesini protesto eden bir basın açıklaması yaparken, gündüz vakti öldürüldü. Sorumlular hâlâ bilinmiyor; hayatı boyunca mücadele ettiği cezasızlık, artık kendi suikastçılarını koruyor.
Silahlı çatışmanın başlamasıyla, mahkemeler zorla kaybetme davalarını sorumluları beraat ettiren kararlarla sonlandırmaya başladı. Bundan dolayı Tahir Elçi, —suikasta uğramadan hemen önceki son duruşması olan—Lice davası duruşması sırasında, biraz huzursuzdu. Çünkü bitmez tükenmez çabası ve titiz hukuki çalışmalarından kaynaklanan iyimserliğine rağmen mahkeme, sanıkların zorla getirilmesi talebini reddetmişti. Elçi, duruşmalar sırasındaki nezaketi ve sakin tutumuyla bilinirdi, fakat, talebinin reddedilmesi üzerine, belki de hayatında ilk defa mahkeme heyeti başkanına “sizi sevmiyoruz ve heyetten çekilin.” demişti. Ölümü sonrası bu sözleri, “yönelttiği mahkeme başkanı [sonraki duruşmada] heyette yoktu. Salon hınca hınç doluydu ve mağdurlar Tahir Elçi’nin fotoğrafını taşıyordu. Onun her zaman oturduğu sandalyeye de bir fotoğrafı bırakılarak, bir önceki duruşmada yaptığı savunma avukatlar tarafından tekrar okundu. Daha sonra, mahkeme heyeti, avukatların sanığın zorla getirilmesi talebini değerlendirmek üzere ara verdi. Mahkeme heyeti kararını açıklamak için salona girdiği sırada, salonun açık olan penceresinden bir güvercin içeriye girdi. Herkesin hayretler içinde baktığı ve herkesin Tahir Elçi olduğuna inandığı güvercin salondaydı. Heyet sanığın zorla getirilmesi kararını açıkladıktan sonra o güvercin önce uzunca öttü. Sonra da kanatlarını çırparak geldiği camdan gitti. Her davaya mutlaka katılan Tahir Abi bir kez daha mahkeme salonundaydı, güvercin sesiyle.”