(FEMED)
YAZDIR

Cezayir

Les années noirs’dan Geriye Kalanlarla Hesaplaşmanın Önündeki Büyük Engeller: Cezayir’de Hakikat, Adalet ve Tanınmanın İmkânsızlığı

1990’lı yıllarda Cezayir İç Savaşı sırasında çok sayıda insan kaybedildi. Öyle ki belki sadece Bosna Savaşı sırasında kaybedilenler bu sayının üstüne çıkmıştır. Trajedinin büyüklüğüne rağmen, uluslararası alanın konuya yönelik ilgisi ve gösterdiği dayanışma görece sınırlı oldu. Cezayir’in hem sömürge dönemi hem de sonrası üzerine uzmanlaşan en önemli tarihçilerden biri olan Benjamin Stora, bir çatışmanın kamusal alandaki görünürlüğünün mağdurların tutarlı bir anlatı ortaya koyabilmelerini mümkün kıldığını öne sürer. Yine, Stora’ya göre, bu kamusal görünürlüğe sahip olmayan Cezayir İç Savaşı’nın çoğunlukla karanlıkta kalması, mağdurların perspektifinden çatışmaya dair tutarlı bir anlatının ortaya çıkmasına engel olmuştur. Stora, Cezayir İç Savaşı’nın tanımlama ve projeksiyonun sembolik ve maddi alanından yoksun olduğunu vurgular. Bir yandan hukukun olmadığı bir devlet, diğer yandan teokratik bir İslam devleti için savaşan militanlar dayanışma ve mücadele alanının ortaya çıkmasını zorlaştırmıştır. Bu sebeple, Stora’ya göre, Cezayir’deki kaybetmelerin üzerindeki bilinmezlik ve bulanıklık, bahsedilen karanlıkta kalmanın mükemmel bir örneğidir.1 Bu bölüm, Cezayir’deki kayıplara, diğer bir deyişle istenmeyen mağdurlara daha yakından bakarak bu karanlığa ışık tutmayı amaçlayan mütevazı bir deneme olarak okunabilir.

Arka plan

Zorla kaybetmelerin resmi bir strateji olarak kullanılması Cezayir’de yeni bir fenomen değildir. Aksine, kökeni ülkenin sömürge geçmişine dayanır. Cezayir’in Fransızlar tarafından sömürgeleştirilmesi, 1830’la 1870’lerin başı arasında gerçekleşen uzun, trajik ve kanlı bir başlangıçtan sonra yüzyılı aşkın bir zaman devam etti ve 1962’de Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nın sonlanışına kadar sürdü. Kaybetme stratejisi, Fransız sömürgesinin devam ettiği yıllar boyunca, Organisation de l’Armée Secrète (OAS – Fransız Özel Kontrgerilla Ekipleri) tarafından Cezayir Savaşı bağlamında, özellikle de 1961 ile 1962 yıllarında, sömürge karşıtı hareketlerin üyeleri ve onların çeşitli destekçilerine yönelik seçici olarak uygulandı. Cezayir hükümeti, Front de Libération Nationale (Ulusal Kurtuluş Cephesi – FLN) tarafından önayak olunan mücadeleyle bağımsızlığın kazanılması sonrası, Cezayir Savaşı’nda hayatını kaybedenlerin sayısını 1 milyon olarak açıkladı.

Bencedid, Abdelghani ve Benkhedda’yı bir arada gösteren fotoğraf Cezayir Bağımsızlık Savaşı sırasında, 1961’de çekilmiş. (Wikimedia)
Bencedid, Abdelghani ve Benkhedda’yı bir arada gösteren fotoğraf Cezayir Bağımsızlık Savaşı sırasında, 1961’de çekilmiş. (Wikimedia)

Bağımsızlık sonrası, Cezayir hükümeti devletçi ve otoriter bir yol izleyerek iş, barınma ve sosyal hizmetleri güvence altına almak amacıyla devletçi bir model aracılığıyla sosyalist politikaları benimsedi. Öte yandan, 1980’lerin başında Chadli Bendjedid hükümeti katı kemer sıkma politikalarıyla ekonomik liberalleşme yolunda bir değişimi başlattı ve Berberi ve İslamcı kimlik siyasetlerinin aleyhine işleyen seküler devlet yapısına yaptığı sert vurguda ısrar etti.2 Bu arka plana karşı, sivil halk tek partili rejimi ve sürmekte olan ekonomik krizi, ilk olarak başkent Cezayir’de, sonrasında Cezayir’in diğer şehirlerinde, Cezayir gençliğinin çok yüksek oranda katılımıyla protesto etmeye başladı. Ne yazık ki ordu, bu büyük hareketi Ekim 1988’de sivilleri katlederek bastırdı ve sonuç olarak yaklaşık 500 kişi hayatını kaybetti, 1000 kişi de yaralandı. Bu katliamı izleyen 1988 ila 1999 arası dönem, Cezayir’de FLN’nin önayak olduğu tek parti rejiminin hızlı bir şekilde aşındığı yıllar olarak yorumlanabilir.3 FLN 1989’da birtakım reformları hayata geçirerek başka siyasi partilerin kurulmasının yolunu açtı. Ülkenin ekonomik, siyasi ve kültürel sorunlarının çözülmesi için İslami bir yolu izlemeyi öneren Front Islamique du Salut (İslami Selamet Cephesi – FIS) bu bağlamda ortaya çıktı ve destekçilerini hızla mobilize ederek, 1990 yılındaki yerel seçimlerde oyların %55’ini aldı.

Sokağa çıkma yasağı sırasında Fransız asker nöbet tutuyor. Cezayir, Mart 1962. (Getty Images/Paul Schutzer – The LIFE Picture Collection)
Sokağa çıkma yasağı sırasında Fransız asker nöbet tutuyor. Cezayir, Mart 1962. (Getty Images/Paul Schutzer – The LIFE Picture Collection)
Cezayir’de zorla kaybedilenlerin yakınları. Cenevre, Mayıs 2017. (Alkarama)
Cezayir’de zorla kaybedilenlerin yakınları. Cenevre, Mayıs 2017. (Alkarama)

1991’de Bendjedid hükümeti tek partili rejimin yaklaşan parlamento seçimlerinde sona ereceğini ilan etti. Bu seçimlerde on siyasi parti yarıştı ve FIS olağanüstü bir zafer elde ederek, “ilk turda oyların çoğunluğunu aldı, Ulusal Halk Meclisi’nde [seçimin ikinci turuyla birlikte] çoğunluğu elde etmek üzereydi.” 4 Fakat, Ordu Ocak 1992’de bir darbe gerçekleştirerek, ikinci tur milletvekili seçimlerini iptal etti, FIS’i yasaklayarak yasadışı ilan etti ve 19 yıl boyunca sürecek olağanüstü hâli ilan etti. Cezayir’de bu dönemi izleyen iç savaş 1991 ila 2002 yılları arasında devam etti. Les années noires olarak da geçen bu “karanlık yıllar” sırasında devlet aygıtının gerçekleştirdiği zorla kaybetmeler ile İslami diriliş hareketlerinin gerçekleştirdiği insan kaçırmalar, iç savaş şiddetinin temel stratejileri hâline geldi. Seçimlerin iptali öncesi İslamcılar ara sıra şiddetli saldırılar gerçekleştiriyorsa da darbenin hemen sonrasında bu saldırılar devamlı nitelik kazandı. Haut Comité d’État (Yüksek Devlet Kurulu – HCE) tarafından yönetilen devlet, aralarında büyük iç göç dalgalarının ve aynı zamanda “suçlama olmaksızın kitlesel keyfi gözaltılar, yargısız infazlar, sorgu sırasında tutsaklara yönelik işkence ve ‘kaybetmeler’in de olduğu bir dizi baskı ve şiddet içeren politikayla bunlara karşılık verdi. ‘Kaybetme’ pratiği, siyasi şiddetin zirvede olduğu 1990’lı yılların ortalarında hızla tırmanışa geçti.” 5

Zorla kaybedilen kişilerinin yakınlarının Cezayir’de haftalık yürüttüğü barışçıl eylemlerinden. (Christian Als)
Zorla kaybedilen kişilerinin yakınlarının Cezayir’de haftalık yürüttüğü barışçıl eylemlerinden. (Christian Als)
Cezayirli bir kadın kaybedilen yakınının resmî evraklarını ve fotoğrafını kaldırıyor. (Popperfoto/Reuters)
Cezayirli bir kadın kaybedilen yakınının resmî evraklarını ve fotoğrafını kaldırıyor. (Popperfoto/Reuters)

Son olarak, zorla kaybetmeler başka iki yöntemle aynı anda uygulandı: idari gözaltı ve özel mahkeme yargılamaları. Darbeden sonra binlerce FIS militanı ve seçimle gelmiş FIS yetkilisinin yanı sıra diğer Müslüman grupların üyeleri Sahra’daki çadırlarda alıkonuldu. Ayrıca bütün camiler sıkı gözetim altında tutuluyordu. 1995’in sonlarına doğru resmi olarak kapatılmış olsalar da bu kamplarda 1992 yılında 9000’in üstünde kişi idari gözaltında tutulurken, 1993 ila 1995 yılları arasında farklı zamanlarda ise birkaç yüz kişi tutulmuştu. “Terör“ davalarının görülmesi için kurulmuş olan özel mahkemeler 1995 yılında kapatıldı. “Bu mahkemeler 1995 yılında kapatıldığında, bu mahkemeleri düzenleyen yasal hükümlerin bazıları –örneğin ‘terör’ ve ‘yıkıcı faaliyet’ vakalarında gözaltı süresinin azami uzunluğunun iki günden on iki güne uzatılması gibi– Cezayir kanunlarına dahil edildi.” 6

Suç Örüntüleri

Kaybetmeler 1990’lar sırasında öncelikli olarak “İslamcı terörist” grupları yıldırmak ve ortadan kaldırmak amacıyla resmi politikanın bir parçası olarak uygulandı. Groupes Islamiques Armées (Silahlı Müslüman Topluluklar – GIA) ve sonraları Groupe Salafiste pour la Prédication et le Combat (Selefi Tebliğ ve Mücadele Topluluğu – GSPC) yüzlerce insanı kaçırmış olsa da ordunun, özellikle devlet aygıtıyla işbirliği içinde çalışan jandarma ve yerel “meşru müdafaa” gruplarının ve ayrıca polis memurlarının zorla kaybetmelerin ana faili olduğu yaygın olarak kabul görmektedir. Ayrıca, özellikle 1994’ten sonra farklı Müslüman toplulukların gerçekleştirdiği silahlı isyan, yoğunlaşıp farklı alanlara genişlediğinde, Askeri Güvenlik olarak da bilinen Département de Renseignements et Sécurité (Bilgi ve Güvenlik Bölümü – DRS) zorla kaybetme uygulamasında daha aktif hâle geldi.7 Çeşitli güvenlik güçleri arasında en özgüvenli şekilde ve de en fazla cezasızlıkla hareket eden Askeri Güvenlik’ti. Devlet Başkanı Abdülaziz Büteflika’nın atadığı bir insan hakları komiseri olan Mustafa Faruk Ksentini, 2001 sonlarında verdiği bir röportajda İnsan Hakları İzleme Örgütü’ne (HRW) Askeri Güvenlik’in “neredeyse dokunulmaz” olduğunu söylemişti.8 Failler, öncelikle İslamcı grupların üyesi ya da sempatizanı olarak belirledikleri bireyleri hedef alıyordu. HRW tarafından 1998 yılında yazılan bir rapora göre, gözaltılar çoğunlukla gece vaktinde, çeşitli güvenlik gücü gruplar tarafından gerçekleştiriyordu: bunlar ordu mensupları ve polis memurları ve ara sıra da özel plakalı arabalarla gelen yerel meşru müdafaa gruplarından oluşuyordu. Görgü tanıklarının ifadelerine göre bazen zırhlı araçlar da kullanılıyordu. “Bu güvenlik güçleri üyelerinin bazıları üniforma giyiyor, bazıları sivil kıyafetler taşıyordu. Polisler sivil kıyafetlerle geldiği zaman, üzerlerinde çoğunlukla gözle görülür bir polis işaretinin olduğu ceketler oluyordu. Bir kişiyi evinde ya da sokakta gözaltına alırken nadiren yakalama emri ya da resmi kimlik gösteriyorlardı. İfadelere göre, gözaltı kişinin işyerinde gerçekleştirildiğinde, kimlik gösterme eğilimleri daha fazlaydı.” 9

Bir kişinin kaybedilişi çoğu kez bir görgü tanığının ifadesiyle teyit ediliyordu. Bazı vakalarda, özellikle küçük kasaba ve köylerde gerçekleştirilenlerde, tanıklar yakınlarını alan kişiyi tanıdıklarını teyit ediyor ve ismini belirtebileceklerini söylüyordu. Gözaltıların çoğu, güvenlik güçlerinin kolaylıkla hareket edebildiği gece vaktinde gerçekleştirilse de yakınları faillerin kimliklerine dair bilgi sahibi oluyordu: bazı vakalarda arabayı takip ederek askeri bir tesise girdiğine tanık oluyor, bazılarında ise otomobilin özelliklerini kaydediyor ve sonradan onun bir güvenlik birimiyle ya da yerel meşru müdafaa grubuyla bağlantısını keşfediyorlardı. Çoğu vakada, özellikle kaybedilen kişi bir baskın ya da güvenlik operasyonu sırasında veya kontrol noktasında gözaltına alındıysa, birlikte gözaltına alındığı kişiler sonradan kayıp kişiyle ilgili ifade veriyordu. Ayrıca, birkaç vakada aileler, yakınlarının gözaltında olduğuna dair resmi belgeler edinmişti. Kaybetmelerin önemli bir kısmı İslami siyasi hareketler etrafında mobilize olan şehirlerde, yani Cezayir, Tipaza, Konstantin ve Blida’da gerçekleştirilmişti ve akabinde siyasi şiddetten en fazla etkilenenler de bu şehirler olmuştu. “Bazı vakalarda, mağdurun geçmişteki siyasi faaliyetleri ya da şüphelenilen militanlarla akrabalık veya arkadaşlık bağlantıları ya da tanışıklığı ikinci derece kanıt olarak kullanılıyordu.” 10

Zorla kaybedilenlerin tam sayısı hâlâ bilinmemekle birlikte, bazı tahminler mevcuttur. HRW, toplamda 7046 adet şikâyet aldığını onaylayan jandarmanın verdiği bilgilere dayanarak, Cezayir’de 1992 ila 1998 yılları arasında yaklaşık 7000 kişinin zorla kaybedildiğini açıkladı.11 Öte yandan, bir akademik çalışma, insan hakları aktivistleri tarafından 2004 yılında yapılan bir açıklamaya dikkat çekerek, Cezayir’de iç savaş sırasında kaybedilenlerin toplam sayısının 18.000’i bulabileceğini belirtmektedir.12 Cezayir’deki Kayıp Aileleri Kolektifi, ülkede zorla kaybetmelere dair 8000’den fazla tanıklık toplamıştır.13 Her halükarda, devlet ve devlet tarafından desteklenen silahlı güçler tarafından zorla kaybedilen insanların sayısına dair en mütevazı tahmin 7000 civarındadır. Bu sayıya çeşitli silahlı İslamcı gruplar tarafından kaçırılan yüzlerce tutsağı da eklersek, Cezayir’deki kayıplar konusunun büyüklüğü daha iyi anlaşılabilir. 2002 sonrası kaybetmeler sistematik olarak gerçekleştirilmemiş olsa da gizli tutukevlerinin varlığının devam etmesinden dolayı durum hala endişe vericidir.14

Hukuki Durum

Korku, şiddet ve güvensizlik atmosferine rağmen, bazı aileler iç savaş yılları sırasında zorla kaybetmelerin faillerinin yargılanması için hukuki mekanizmaları kullanmayı denedi. Fakat, tüm çabaları faydasız kaldı. Cezayir’de güvenlik güçlerinin ya da onların yereldeki işbirlikçileri olan meşru müdafaa gruplarının hiçbir üyesi yargı karşısına çıkmadı. Zorla kaybetmeler, Cezayir ceza kanunlarında suç olarak yer almamakta ve bu sebeple kayıp yakınları şikayetlerini yasadışı gözaltı ve tutuklama suçları altında yapmaktadır. Cezayir’deki yasal çerçeve, yakınların harekete geçebilecekleri iki yol sunuyor: “İlgili yargı yetkisindeki savcılığın cezai soruşturma açmasını sağlamaya çalışabilir ya da (…) olguları inceleyip, yasal işlem başlatıp başlatmama konusunda öneride bulunacak bir soruşturmacı yargıca şikâyette bulunabilirler.” 15 Vakaların çoğunda, savcılığa ya da soruşturmacı yargıca dilekçelerini veren şikâyetçiler ya cevap alamadı, ya dava sürüncemede bırakıldı ya da sorumlu yargıç dosyayı kapadı. Yargı aygıtı genelde kayıp yakınları için işlevsiz kaldı. Küresel ölçeği düşünüldüğünde, Cezayir’deki cezasızlık zırhı en güçlülerinden bir tanesi.

Ayrıca, farklı hükümetler tarafından çeşitli af yasaları hayata geçirildi. Rahma yasası olarak da bilinen ilk af yasası, 1995 yılında silahlı İslamcı grupların eski üyelerinin rehabilite edilmesi bahanesiyle yürürlüğe sokuldu. 1999’da, Cezayir ordusu ve İslami Kurtuluş Ordusu arasındaki görüşmelerin üzerinden neredeyse üç yıl sonra, yeni seçilmiş Devlet Başkanı Abdülaziz Buteflika bir diğer af yasasını yürürlüğe koydu. Bu doğrultuda, toplu katliamlar, cinsel suçlar ve kamusal alanların bombalanması eylemlerine katılmayan tüm vatandaşlar, silahlarını bırakmaları koşuluyla yalnızca bir defaya mahsus olarak affedilecekti. Bir referandum sonrası yürürlüğe sokulan ve Sivil Uyum Yasası adını taşıyan bu yeni af yasası, teorik olarak ağır suçlara karışmamış vatandaşlar için tasarlanmıştı. Fakat, uygulamada herkesçe çok iyi bilinen savaş ağaları da bu aftan yararlandı ve yasa kayıp yakınlarının gözünde ilk andan itibaren itibarını kaybetti.16 Kendi ailesinde de bir kayıp olduğu iddiasında bulunan ve görev süresinin ilk döneminde kayıplarla ilgili daha dengeli bir dil kullanan Buteflika, kayıp yakınları af yasasını protesto etmek için onunla temas ettiğinde tavrını değiştirdi. Buteflika, çoğunluğu kadınlardan oluşan kayıp yakınlarını dinledi ve onlara şöyle cevap verdi: “Zorla kaybedilenler benim cebimde değil. Ellerinizdeki fotoğraflar ve ağlamalarınızla beni tüm dünyanın önünde rezil ediyorsunuz.” 17

Üstelik, bu üç af yasasından sonra cezasızlık hiç olmadığı kadar etkili oldu ve geçmişte yaşanan kötü şeylerin affı, ülkedeki siyasi ve ahlaki düzen hâline geldi.

2006 tarihli son af yasası, yine Buteflika tarafından bu yasayı toplumsal düzeyde uzlaşma, yatıştırma ve uyum yoluyla iç savaşın sonlanışı olarak tanıtan üç yıllık bir kampanya sonunda yürürlüğe sokuldu. Devlet başkanı kampanya süresince barış içinde bir Cezayir için uzlaşı ve affetmenin önemini vurgularken, iç savaş döneminde yaşanan mezalimlerle nasıl yüzleşileceğinden neredeyse hiç bahsetmedi. Barış ve Ulusal Uzlaşı Sözleşmesi başlığını taşıyan yeni af yasası, kaybedilen kişinin ölü olarak ilan edilebilmesi durumunda aileleri için tazminat öngörüyordu. Kayıp yakınları bu maddeyi eleştirerek, ölü ilan etme şartlarının net ve şeffaf olmadığını belirtti.18 Ayrıca, bu yasa ve uygulanmasına yönelik yayımlanan başkanlık kararnameleri cezasızlığı kurumsallaştırarak, özellikle DRS dahil olmak üzere, güvenlik güçleri aleyhine olacak yasal girişimlerin önünü tıkıyor ve aftan yararlananları suçlayanlar için ağır cezalar öngörüyordu. Bunun yanı sıra, başkanlık kararnamelerinden birinde Cezayir devleti ve onun memurlarını küçük düşürmek amacıyla iç savaşın acısı ve trajedisini araçsallaştıranlara üç yıldan beş yıla kadar hapis cezası öngören bir madde yer alıyordu. Böylece, yasa cezasızlığı mükemmel biçimde kurumsallaştırmakla kalmıyor, sivil toplumu, özellikle de insan hakları kuruluşlarıyla onların geçmişle yüzleşmeye yönelik kamusal alandaki beyanlarını tehdit ederek hedef alıyordu.19 Son olarak, en geniş silahlı İslamcı grup olan Groupe Salafiste pour la Prédication et le Combat (Selefi Tebliğ ve Mücadele Topluluğu – GSPC), yasayı ve onun üzerinden temellenen herhangi bir uzlaşmayı tamamen reddetti. El-Kaide’yle olan bağlantılarıyla bilinen örgüt, rejime karşı silahlı mücadelenin devamı çağrısında bulundu. Bu, özellikle 2007 sonrası Cezayir’de intihar bombalama eylemlerinin yeniden yaygın hâle gelmesinin nedenlerinden biridir. Üstelik, bu üç af yasasından sonra cezasızlık hiç olmadığı kadar etkili oldu ve geçmişte yaşanan kötü şeylerin affı, ülkedeki siyasi ve ahlaki düzen hâline geldi. Böylesi bir düzen ise, bir kez daha devlet şiddeti ve devletin suçlu görevlilerinin varlığının üstünü kapatarak, onları görünmez kılıyor. 2001 yılında kurulan İnsan Haklarının Geliştirilmesi ve Korunmasına Dair Ulusal Danışma Komisyonu’nun insan hakları komiseri ve başkanı olan Faruk Ksentini tarafından yapılan bir açıklama, durumu en çarpıcı şekilde ortaya koyuyor. Ksentini, 2006 yılında yaptığı konuşmalardan birinde, devletin zorla kaybetmelerden “sorumlu olabileceğini, ama suçlu olamayacağını” belirtmişti.20

Son olarak, Cezayir’de birçok toplu mezar bulunuyor. Ancak, bu konuyla ilgili şimdiye kadar pek bir şey yapılmadı. Birçok günlük gazete Cezayir’in farklı şehirlerinde keşfedilen toplu mezarlarla ilgili haberler yapmış olsa da resmi kurumlar bu konuda sessiz kaldı; toplu mezarların varlığını ya da keşfedilişini ne teyit etti ne de bununla ilgili yorum yaptı. Üstelik, Cezayir yetkili makamları bu alanlarda bulunan kanıtlar ve insan kalıntılarının korunmasıyla ilgili prosedürlerini kamuoyuyla paylaşmadı. WGEID gibi birçok uluslararası insan hakları organı ve örgütü, bu toplu mezarlara dair sorular yöneltse de Cezayir hükümeti henüz konuyla ilgili bir yorum yapmadı. Mayıs 2000’de HRW, kayıpların belirlenmesindeki temel araçlardan biri olan DNA analizinin Cezayir’de kullanılmadığına dair Cezayir hükümetinin verdiği bilgiyi raporlamıştır.21

Hafızalaştırma Çabaları

Cezayir’deki hafızalaştırma çabaları ve kayıpların resmi olarak tanınmasıyla ilgili yürütülen kamusal tartışma, Cezayir bağlamının inceliklerini ve iç yüzünü ortaya koymaktadır. Bir yandan kayıpların önemli bir kısmını İslamcı hareketlerin ya parçası ya da sempatizanı olan kişiler oluştururken, bir yandan da aileleri, yani bu istenmeyen mağdurları temsil eden Müslüman kadınlar, kayıplar konusunda görünür olan figürlerdi. Ayrıca, İslamcı gruplar tarafından kaçırılanlar çatışan siyasi görüşlere sahip olmalarına rağmen, kaybedilenlerin aileleri ile kaçırılanların ailelerinin üstünde ortaklaştığı birkaç önemli talep bulunuyordu. Diğer bir deyişle, hem ailelerin temsili hem de farklı mağdur gruplarının iç ilişkileri, ulusal ve küresel ölçekte İslamcı hareketlerle olan bağlantılarından derin biçimde etkileniyordu. Cezayir devletinin uluslararası prestiji ve imajı, “İslamcı teröristlerle savaşan” bir devlet olarak, 1990’ların ilk yıllarında görece zarar görmeden devam etmişti.

1970’lerde Cezayir’de kayıp yakınlarına ait çeşitli taban örgütleri ortaya çıktı. Küresel eğilime paralel olarak, ilk görünür aktivistler, 1994 ila 1996 arası yaşanan büyük kaybetme dalgasını takiben, 1997 sonbaharında bir araya gelmeye başlayan, kayıpların eşleri ve anneleri olan kadınlardı. İhtiyatlı olunan ilk toplantılardaki ana talep sorumluların yargılanmasıyken, zaman geçtikçe hakikat ve hafızayla ilgili daha kapsamlı talepler de kadınlar tarafından dile getirilmeye başladı. Kasım 1997’de, l’Association Nationale des Familles des Disparus (Ulusal Kayıp Aileleri Derneği), daha sonra Devlet Başkanı olacak olan General Muhammed Lamari’ye yazılmış açık bir mektup yayımlayarak, adalet, hakikat ve tanınmaya dair taleplerini kamusal olarak ifade etti.22

Ayrıca, kayıp aileleri, Genel Sekreter Kofi Annan’ın Cezayir’e yaptığı ziyaret sırasında ve sonrasında, Ulusal İnsan Hakları Gözlemevi’nin (Observatoire Nationale des Droits de l’Homme – ONDH) genel merkezinin önünde her hafta oturma eylemleri düzenleyerek, sevdiklerinin akıbetine dair bilgi talebinde bulundu. Konstantine ve Relizane’de de düzenli eylemler gerçekleştirildi.23 ONDH, darbenin hemen sonrasında, Cezayir’deki insan hakları ihlalleriyle ilgilenmek üzere 1992 yılında kurulan bir kuruluştu. Öte yandan, ONDH kendisinden yardım isteyen kayıp yakınlarına çoğu zaman, ellerinde bilgi olmadığını ya da kişinin terörist gruplar tarafından kaçırıldığını belirten kısa ve birörnek mektuplar göndermek haricinde, kayıplar konusunda etkisiz ve işlevsiz kaldı. En nihayetinde hayal kırıklığı yaratan bu koşullara rağmen, Somud, Konstantin Kayıp Aileleri Derneği, Ulusal Kayıp Yakınları Derneği ve SOS Disparus gibi kayıp yakınlarının önemli taban örgütleri, hukuki olarak tanınmasalar da toplantılara önayak olabildi, açıklamalar yaptı ve kamusal etkinlikler düzenledi. Hukuki statüleri yıllarca belirsiz kaldı, zira tüzel kişi statüsü elde edip dernek olarak tanınma taleplerine resmi bir yanıt alamadılar. Ayrıca, o zamanki rejimin siyasi gerilimleriyle bağlantılı olarak, yaptıkları barışçıl gösteriler, oturma eylemleri ve diğer kamusal etkinlikler sırasında sert şekilde hedef alındılar.

ONDH, ihtiyatlı bir dil kullanmasına ve kayıpların bir listesini vermeyi reddetmesine rağmen, 1994 yılında, yakınlardan yüzlerce mektup aldığını belirterek, kayıplar konusunu ilk defa kabul etti. Daha sonra 1999 yılında, Cezayir’in yeni seçilen Devlet Başkanı Abdülaziz Buteflika, kayıplara dair resmi söylemde önemli bir değişime işaret eden konuşmalar yapmaya ve röportajlar vermeye başladı. İlk olarak, kayıpların Cezayir toplumu için büyük bir sorun teşkil ettiğini kabul etti, geçmişte kaybolan insanların sayısı için 10.000 rakamını telaffuz etti ve devletin bu kaybolmaları titizlikle incelemesi gerektiğini ekledi. İkinci olarak, kendi ailesinde de bir kayıp olduğunu söyledi ve kendini toplumun önünde kayıp yakını olarak ilan etti. Son olarak, bazı kayıpların ölmüş olabileceğini belirtti, ki bu resmi bir yetkilinin bunu açıkça ilk kez kabul edişiydi.24 Ayrıca, hükümet şehir ve ilçelerde kaybetmelerle ilgili şikâyetleri toplayabilmek için ofisler kurdu. Bu söylemsel ve siyasi değişiklik iki unsurdan kaynaklanmış görünüyor. Hükümetin tam bir demokratikleşme olmaksızın bir tür uzlaşmayla iç savaşı ve ona hâkim olan şiddeti sonlandırma konusundaki iradesi önemli bir unsurdu. İkinci unsur ise, Avrupa Birliği gibi uluslararası yapıların, uluslararası insan hakları organlarının, Birleşmiş Milletler’in ve diğer kuruluşların yeni seçilmiş Cezayir başkanı üzerinde kayıplar meselesini ele alması yönünde kurduğu siyasi baskıydı. Bu zamana kadar atılan adımlar önemli olsa da fazla abartılmamalıdır. Cezayir vakası, geçiş dönemi adaletine bir örnek olmaktan çok, zorla kaybetmeler konusunda atılan ve büyük tepkiyle karşılaşan bir dizi küçük adımı ve statükonun tesisini temsil etmektedir. Buteflika, zorla kaybetmelerde bağışlayıcılık ve affın ateşli bir savunucusuydu ve böylece devlet görevlilerine yönelik cezasızlığı titizlikle kurumsallaştırdı. Ayrıca, kaybetmelerin trajik yönüne odaklanan konuşmalarına rağmen, resmi kurumların hukuki ve siyasi sorumluluğunu tartışmak için herhangi bir somut adım atmadığı gibi, sorumluluk, hesap verebilirlik ve cezasızlıkla ilgili tartışmaları kriminalize eden çeşitli başkanlık kararnameleriyle bu tartışmanın önünü kapadı.

Bu koşullara rağmen, farklı kayıp yakını örgütleri, yani çoğunlukla devlet tarafından kaybedilen Müslümanların ailelerini temsil edenler ile İslamcı gruplar tarafından kaçırılanların ailelerini temsil edenler işbirliği yapabildi. Collectif des Familles des Disparus en Algérie (Cezayir’deki Kayıp Aileleri Kolektifi– CFDA) 2007 yılında bir hakikat komisyonu kurulması talebiyle, “devlet görevlileri tarafından mağdur edilenleri temsil eden örgütler ile terör mağdurlarının örgütlerinin katılımıyla” aflar, cezasızlık ve “empoze edilen uzlaşı”ya karşı uluslararası bir toplantı düzenledi.” 25 Farklı kaybetme biçimlerini temsil eden ve birbiriyle zıt, hatta çatışan siyasi görüşlere sahip çeşitli örgütler bir arada hareket edebildi. Öyle görünüyor ki, geçiş dönemi adaleti üzerine sahici bir tartışma alanının yaratılabilmesinin tek yolu, bu çabaların devam etmesinden geçiyor.

Bireysel Hikâye

SALAH SAKER’İN KAYBOLUŞU

Lise matematik öğretmeni ve altı çocuk babası, 1991 yılı seçimlerinde FIS’ın Konstantin’den gösterdiği adaylardan biriydi.26 1991 Aralık’ında parlamento adayı olarak oyların yüzde 44’ünü aldı ve seçimler iptal edilmeseydi muhtemelen Cezayir Parlamentosu’na girmiş olacaktı. Konstantin’i ziyaretleri sırasında, FIS liderlerini evinde ağırlayanlardan biri de oydu. 29 Mayıs 1994 tarihinde evinde gözaltına alınan Salah Saker’in akıbetinin üç resmi versiyonu bulunuyor. Konstantin savcılığına şikâyette bulunan ve diğer başka resmi başvurular da yapan eşi Louisa Bousroual’a yetkililerden gelen ilk resmi cevap, kocasının gözaltına alınışından üç yıl sonra verilmişti. “Bu, 26 Şubat 1997 tarihli bir polis raporuydu ve 3 Temmuz 1994 günü Konstantin’de Bellevue askeri merkezi olarak da bilinen Beşinci Askeri Bölge Soruşturma Merkezi’ne teslim edilmeden önce Konstantin vilayetinin adli kolluğunun Salah Saker’i gözaltına aldığını belirtiyordu.” 27 Orduya teslim edildiği teyit edilmiş olsa da ailenin resmi başvurusu bir sonuç vermedi. Aile, “ayrıca Konstantin mahkemesinde Saker’in kaçırılmasından sorumlu olanların yargılanması için bir dava açmış olduğundan,” soruşturmacı yargıç Saker’in eşini 20 Mart 1999’da davayı tartışmak için yanına çağırdı, fakat o zamandan bu yana mahkemeden hiçbir haber gelmedi.

Ailenin 27 Eylül 1996 tarihli şikâyetine cevap olarak, 10 Aralık 1998’de ONDH’den gelen bir mektupta, Saker’in akıbetiyle ilgili ikinci bir anlatıdan bahsediliyordu. ONDH mektupta, güvenlik hizmetlerinden aldıkları bilgiye göre, Salah Saker’in kimliği belirlenemeyen silahlı bir grup tarafından kaçırıldığını belirtiyordu.

Akıbetine dair üçüncü bir anlatıdan ise, Saker’in eşinin BM İnsan Hakları Komitesi’ne sunduğu dilekçeye hükümetin verdiği cevapta bahsediliyordu. Hükümetin BM İnsan Hakları Komitesi’ne sunduğu mektupta, Saker:

“bölgede birçok saldırı gerçekleştiren terörist bir grubun parçası olduğundan şüphelenen Konstantin vilayeti adli kolluğu tarafından Haziran 1994’te gözaltına alındı. Salah Saker’i sorgulayıp, onun aranmakta olan bu terörist gruba dahil olduğuna dair kanıt bulamayan adli kolluk, soruşturmaya devam etmek üzere, onu gözaltından çıkarmaya ve adli kolluğun askeri hizmetlerine nakletmeye karar verdi. Salah Saker, bir gün süren sorgudan sonra adli kolluğun askeri hizmetleri tarafından serbest bırakıldı. Konstantin soruşturmacı yargı tarafından, yukarıda belirtilen kişi dahil olmak üzere, hepsi büyük bir terörist ağına üye olan yirmi üç kişi hakkındaki bir davanın parçası olarak verilen yakalama emrinden dolayı aranmaktadır. Bu yakalama emri hâlâ geçerli durumdadır, zira Salah Saker kaçak durumdadır. Konstantin Ceza Mahkemesi’nde diğerleriyle birlikte 29 Temmuz 1995’te gıyabında yargılanmıştır.”

Saker ailesine ulaşan bildirimlerden hiçbiri yakınlarının akıbetiyle ilgili bu resmi anlatıları birbiriyle bağdaştırma girişiminde bulunmamıştır.28

Kaynakça

Comtat, Emmanuelle. “Les disparus civils européens de la guerre d’Algérie. Processus de construction d’une cause victimaire militante.” (Cezayir savaşı sırasında kaybolduğu bildirilen Avrupalı siviller. Bir aktivizm davası oluşturma süreci) Papeles del CEIC – Centro de Estudios Sobre la Identidad Colectiva / International Journal on Collective Identity Research 1, makale. 166 (2017): 1-27. Erişim tarihi: 3 Eylül 2018. http://www.ehu.eus/ojs/index.php/papelesCEIC/article/view/16907/15345.

Dutour, Nassera. “Algérie : de la Concorde civile à la Charte pour la Paix et la Réconciliation nationale : amnistie, amnésie, impunité.” Mouvements 1, sayı 53 (2008): 144 – 149.

Gèze, François, ve Salima Mellah. “Algérie: l’impossible justice pour les victimes des années de sang.” Mouvements 1, sayı 53 (2008): 150 – 157.

Hagelstein, Roman. “Explaining the Violence Pattern of the Algerian Civil War.” Households in Conflict Network (HiCN) Working Paper Series, HiCN WP 43 (2008). Erişim tarihi: 3 Eylül 2018. http://www.hicn.org/wordpress/wp-content/uploads/2012/06/wp43.pdf.

İnsan Hakları İzleme Örgütü, Şubat 1998. Algeria “Neither Among the Living nor the Dead”: State-Sponsored “Disappearances” in Algeria. Erişim tarihi: 3 Eylül 2018. https://www.hrw.org/legacy/reports98/algeria2/.

İnsan Hakları İzleme Örgütü, Şubat 2003. Time for Reckoning: Enforced Disappearances and Abductions in Algeria. Erişim tarihi: 3 Eylül 2018. https://www.hrw.org/reports/2003/algeria0203/algeria0203.pdf.

Mecellem, Jessica. “Individual Criminal Accountability After Civil Wars: Enforced Disappearances in Algeria and Turkey.” Tez, Loyola Üniversitesi Şikago, 2016. Erişim tarihi: 3 Eylül 2018. http://ecommons.luc.edu/luc_diss/2289.

Stora, Benjamin. La Guerre Invisible. Algérie, années 90. Paris: Presse de Science Po, 2001.

Taxil, Bérangère. “À la confluence des droits : la convention internationale pour la protection de toutes les personnes contre les disparitions forcées.” Annuaire français de droit international 53 (2007): 129 – 156.

Uluslararası Af Örgütü. “Algeria: Time to end impunity for past and present abuses.” Basın Açıklaması, 25 Şubat 2016.