Hakikat İçin Umut Var Mı?

Kafkaslar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da Zorla Kaybetmeler ve Kayıp Kişilere İlişkin Karşılaştırmalı Bir Analiz

Özgür Sevgi Göral
YAZDIR

Giriş

Son on yılda akademi ve sivil toplum alanında yapılan tartışmalar, zorla kaybetmelerin geçmişte, özellikle de 1970’lerde kaldığını düşündürür. Dünyada değişik şekillerde tekrar tekrar karşımıza çıkıyor olsa da zorla kaybetmelerden son on yılda gittikçe daha az söz ediliyor. Zorla kaybetmeler, geçmişe dair bir olgu olarak, daha çok 1970’lerde Güney Konisi diktatörlüklerinde (ç.n: Brezilya, Paraguay, Arjantin, Uruguay) siyasi muhaliflere karşı yapılan uygulamalar bağlamında tartışılır. Ne yazık ki bu algı yanıltıcıdır. Zorla kaybetme pratikleri, farklı yerlerde ve zamanlarda, birçok örüntü ve değişik fail profilinin yanı sıra siyasi ve hukuki mücadelelerin doğmasına neden olmuştur. Üstelik, bu pratiğin maalesef 20. ve 21. yüzyıllarda da dünyada yayılmış olduğunu görüyoruz. Zorla kaybetme pratiğine, hem Organisation de l’Armée Secrète (Gizli Ordu Örgütü – Fransız ayaklanma karşıtı örgüt) tarafından özellikle 1961 ve 1962 yıllarında olmak üzere Cezayir Bağımsızlık Savaşı sırasında anti-kolonyal hareketlere karşı olarak, hem de Cezayir hükümeti tarafından Cezayir’deki iç savaş sırasında farklı Müslüman grupların militanlarına yönelik olarak yaygın biçimde başvurulmuştur. Eski-Yugoslav devletlerinde hem devlet hem paramiliter örgütler tarafından etnik temizlik, soykırım ve insanlığa karşı suçların işlendiği 1991 ve 2001 yılları arasındaki savaşta kullanılmıştır. 1990’larda Türkiye’de Kürt muhaliflere karşı olarak, Rusya’da da 1999 ve 2009 arasındaki Çeçen Savaşı sırasında Çeçen militanlara karşı olarak uygulanmıştır.1 Zorla kaybedilenlerin yakınları ve bu konuda çalışan sivil toplum kuruluşlarının üyesi olduğu bir ağ olan International Coalition against Enforced Disappearances (ICAED – Uluslararası Zorla Kaybetmelere Karşı Koalisyon), zorla kaybetme suçunun günümüzde Bangladeş, Hindistan, Mali, Pakistan, Meksika, Kolombiya, Sri Lanka, İran, Sudan, Lübnan, Irak ve Suriye’de işlenmeye devam ettiğini belirtmektedir.2 Dahası, Guantanamo Hapishanesi’nde kristalleşen yasadışı tutukluluk hali ve bir tür zorla kaybetme sayılan olağanüstü örtülü iade (extraordinary renditions) gibi ‘terörle mücadele’ kapsamında hayata geçirilen yasal ve yasa dışı uygulamalar, zorla kaybetmelerin diğer devlet şiddeti türleriyle beraber, sadece ‘gelişmemiş ülkelerde’ değil, aynı zamanda özellikle 2001 yılından sonra Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık ve Almanya gibi ‘demokrasinin kalbi’ olan ülkelerde de gerçekleştiğinin bir kanıtıdır.3 Bu nedenle, zorla kaybetmeler ne geçmişte kalmış ne de sadece doğu ve güney diktatörlüklerinde kullanılmış olan bir uygulamadır. Daha ziyade, küresel bağlamda modern devletler tarafından gerekli görüldüğü takdirde çeşitli ‘olağanüstü durumlarda’ egemenliğin oldukça spesifik ve somut bir kullanımı olarak tezahür eder.

Bu çalışma, zorla kaybetme olgusunun öneminin altını çizmek, çeşitli tezahürlerini göstermek, farklı coğrafi bağlamlarda nasıl değişiklik gösterdiğini anlatmak ve süregelen sonuçlarına parmak basmak üzere hazırlanan mütevazı bir girişimdir. Bir başka deyişle, zorla kaybetmelerin diğer önemli ve acilen tepki verilmesi gereken insan hakları ihlalleri nedeniyle bir ölçüde unutulduğu günümüz dünyasında, tüm karmaşıklığıyla bu fenomenin ağırlığını hatırlatmayı amaçlamaktadır. Modern devletlerin egemenliklerinin tehdit altında olduğunu hissettiği zamanlarda4, egemenliğin hususi ve somut olarak kullanılmasına araç olan zorla kaybetmeler, değişik örüntüler izlenerek farklı bağlamlarda uygulanmaya devam etmekte. Artık uygulanmadığı yerlerde ise, bu kitabın sonraki bölümlerinde görebileceğiniz gibi, zorla kaybetmelerin sonuçlarına ve etkilerine neredeyse dokunulmamıştır. Bu kitapta Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Kafkasya’da meydana gelen zorla kaybetmelere odaklandım. Bu bölgelerin seçilmesinin birkaç nedeni var. Bu kitap, Hakikat Adalet Hafıza Merkezi ve Tarihsel Diyalog ve Geçmişle Yüzleşme Bölgesel Ağı’nın (RNHDP – Regional Network for Historical Dialogue and Dealing with the Past) Orta Doğu ve Kafkasya’da zorla kaybetmeler üzerine çalışan sivil toplum kuruluşları, aktivistleri, akademisyenleri ve taban örgütleri bir araya getirme çabalarının bir ürünü olarak yazıldı. Bu çabaların bir parçası olarak, zorla kaybetmeler üzerinde çalışan aktörler arasında bölgesel işbirlikleri kurma olasılığını tartışmak için 27-28 Ocak 2017’de İstanbul’da bir çalıştay düzenlendi. Ancak, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Kafkasya’dan ülkelerin seçimi sadece bu çalıştayla ilintili değil. Bu kitapta, zorla kaybetme olgusunun çeşitliliğini ve farklı örüntülerini ortaya koyan örneklere odaklanmak istedim. Zorla kaybetme pratiği bazı örneklerde etnik ya da ulusal çatışmalardan kaynaklanırken, bazı örneklerde ise bu pratiğin kökenleri otoriter devletlerin farklı biçimlerinin yapısını göstermektedir. Bu nedenle, seçilen her ülke olgunun bir başka kısmını yansıtmaya çalışmaktadır. Son olarak önemli noktalardan bir tanesi de sunduğum her vakanın derinliğini yansıtabilmek adına Hakikat Adalet Hafıza Merkezi olarak yakından takip ettiğimiz ve sahadan düzenli olarak güncellediğimiz örneklere öncelik vermiş olmam.

Bu kitapta, hukuki olarak iki farklı kategoriye işaret etseler de hem kayıp hem zorla kaybetme terimleri kullanılmıştır. BM Herkesin Zorla Kaybedilmeden Korunmasına DairUluslararası Sözleşme’ye göre, ‘zorla kaybetme’ terimi, “(…) devlet görevlilerinin ya da devletin yetkilendirmesi, desteği veya göz yummasıyla hareket eden kişilerin ya da grupların gözaltına alma, tutuklama, kaçırma ya da diğer herhangi bir biçimde özgürlükten yoksun bırakması ve bu durumdaki bir kimseyi, özgürlükten yoksun bırakmayı kabul etmenin reddedilmesi veya kaybedilen kişinin akıbetinin ya da nerede olduğunun gizlenmesiyle, hukukun koruması dışına çıkarması(…)” durumunu ifade eder.5 ‘Kayıp’ ise, “uluslararası ya da iç silahlı çatışma sonucunda haber alınamayan kişilerle” ilgili olan daha geniş bir kategori belirtir. Bu kişi, “asker ya da sivil, ailesinin kendisinden haber alamadığı herhangi biridir.” 6 İki kavram arasında uluslararası insan hakları hukuku ve insancıl hukuktan kaynaklanan hukuki ayrımlar vardır, ancak bu çalışmanın amaçları doğrultusunda her iki kategori de bu kitaba dahil edilmelidir. Örneğin, Lübnan, Ermenistan, Gürcistan ve Çeçenistan’daki vakalara baktığımızda bu iki kategoriye de uyan örnekler buluyoruz. Ayrıca, bazı vakalarda kaybedilenlerin yakınları ve aile örgütleri dahil olmak üzere farklı paydaşların, bu terimleri değişimli olarak kullandığını görüyoruz. Son olarak, Iosif Kovras tarafından güçlü ve etkili bir biçimde ortaya koyulduğu gibi, bu suçtan etkilenen toplumlarda bu iki kategori genellikle anlamsız hale gelir. Kovras’a göre, “‘kaybedilme’ günümüzde o kadar jenerik bir terim haline geldi ki genelde hem kayıp hem zorla kaybetmeleri anlatmak için kullanılıyor.” 7

Farklı bağlamlarda, zorla kaybetme suçu birbirinden farklı örüntüler izler. Bazı unsurlar, kaybetme stratejisini uygulayan devletin baskı ve güç kullanma kapasitesiyle derinden ilişkilidir. Bir başka deyişle, zorla kaybetme vahşetinin sonuçlarıyla uğraşırken, ilgili devletin gücüne dikkat edilmelidir, çünkü güçlü ya da zayıf bir devlet olması işlenen suçun sonuçları üzerinde kayda değer bir etkiye sahiptir. Ayrıca, çatışmanın bağlamı, etnik mi, yoksa etno-siyasi mi olduğu ya da otoriter bir devletten mi kaynaklandığı da zorla kaybetmeler karşısında aktüel durumu etkiler. Çatışmanın devam edip etmemesi, bittiyse nasıl bittiği de zorla kaybedilenlerin statüsünün belirlenmesinde önem taşır. Son olarak da ulusaşırı kurumlar, ‘yabancı hamiler’ ve uluslararası ajanslar dahil olmak üzere uluslararası aktörlerin varlığı ya da yokluğu, zorla kaybetmelerin hukuki ve hafızasal statükosunun şekillenmesinde rol oynar. Fakat tüm bu farklı örneklerde, zorla kaybetme meselesi ve sonuçlarıyla başa çıkma mücadeleleri, ne kadar siyasetten uzak konumlandırılmaya çalışılırsa çalışılsın, siyasi duruma ve konjonktüre kökten bağlıdır.

Her ne kadar örnekler arasında farklılıklar olsa da cezasızlık kalkanı arkasında korunan faillerin dokunulmazlıkları ve kayıtsızlıkları ile yerel hukuki mekanizmaların etkisizliği trajik bir biçimde benzerdir. Af kanunları, çıkmaza girmiş soruşturmalar, beyhude davalar gibi cezasızlığın hukuki mekanizmaları ile kaybedilenlerin ailelerini sindirmek üzere kullanılan taktikler her örnekte yaygındır. Birçoğunda, failler sadece delinmez cezasızlık kalkanıyla korunmakla kalmayıp, siyasi partilerde yüksek konumlar verilerek ya da çeşitli güvenlik ve istihbarat birimlerinde önemli pozisyonlara getirilerek, devlet aygıtının bir parçası haline getirilmiştir. Faillere yapılan bu muamele zorla kaybetme suçunun temel özelliğini ortaya çıkarır: bu suç özünde ve sıkı sıkıya devlet aygıtına ve modern ulus-devlet yapısına bağlıdır.

Pek çok bağlamda ortak olan bir başka çarpıcı nokta ise, zorla kaybetmelere karşı yürütülen mücadelede kadınların öncülüğü ve hakimiyetidir. Kaybetmenin ardından hem kısa hem uzun vadede, eşlerin ve annelerin performansları, eylemleri ve hareketleri mücadeleye yön verir. Her ülke için kesin rakamlar bulunmasa da çoğunlukla erkeklerin zorla kaybedildiğini biliyoruz. “Cinsiyet analizi yapan araştırmalar kaybedilenlerin yaklaşık yüzde 70 ila 94’ünün erkek olduğunu doğrular.” 8 Kaybolmadan sonraki adalet mücadelesi, ailenin ekonomik yükü, yas tutmanın sembolik rolü gibi materyal ve duygusal birçok vazifenin cinsiyet temelli bir iş bölümüyle esas olarak kadınların görevi haline geldiğini biliyoruz. Kadınların deneyimleri sadece kaybedilme sonrasının değil, suçun spesifik olarak işlenme şeklinin ve örüntülerinin anlaşılması konusunda da yardımcı olur. Zorla kaybetmelere cinsiyet lensiyle yaklaşan bir perspektifin söyleyecek çok şeyi vardır. “Kaybedilenlerin eşlerinin deneyimlerinin karmaşıklığı ve çok katmanlılığı, insanların ağır hak ihlallerine ya da yoğun devlet şiddetine maruz kaldığı zamanlarda verdikleri yanıtlara da başka bir gözle bakmamızı sağlıyor. Farklı kadınların farklı yanıtlarını görmemizi sağlıyor; kadınların yaşa, eğitime, deneyime, etnik kökene, siyasi aidiyete bağlı olarak aslında birbirlerinden nasıl farklı tecrübeler edinebileceğini görüyoruz. Dolayısıyla ağır insan hakkı ihlallerinin yarattığı tahribatı nasıl giderebileceğimizi tartışırken bu çok farklı deneyimlerin hepsini içeren bir dil kurmak gerekiyor.” 9 Bununla beraber, zorla kaybetmelerin cinsiyetlendirilmiş yönlerine odaklanan çalışmalar, her ne kadar son on yılda artmış olsa da hala literatürün çok küçük bir azınlığını oluşturmaktadır. Bu çalışmada, kadınların sivil toplum kuruluşları ve taban örgütlerdeki hafızalaştırma çabalarını ve hukuk mücadelelerini tasvir ederken, zorla kaybetmelerin cinsiyete dayalı boyutuna dikkat çekmeye çalıştım.

Zorla kaybetmeleri unutturma ve hafızalardan silme akımıyla mücadeleye odaklanan alanın bir başka yönü ise, akademi ve sivil toplum kuruluşlarında bile var olan, iş bölümü eksikliği ve parçalanmışlıktır. Bir başka deyişle, sivil toplum kuruluşu raporlarının, akademik ve çeşitli aktivist inisiyatifleriyle hazırlanmış çalışmaların varlığına rağmen, hala akademik kurumlar, uygulayıcılar ve aktivistler arasında yakın bir işbirliği olduğunu söylemek mümkün değil. Zorla kaybetmelerin çeşitli yönlerine odaklanan hukuki, antropolojik, etnografik, teorik ve sosyolojik daha çok çalışma yürütülmesine ve sivil toplum kuruluşları, aktivist ve taban örgütlerinin ilgili raporları ile dökümantasyon çalışmalarıyla sürekli bir diyaloğa ihtiyacımız var. Bu tür bir işbirliği, meseleyi farklı aktörlerin gündeminde tutmak, konu hakkındaki bilgimizi derinleştirmek, yeni mücadele yöntemleri geliştirmek ve zorla kaybetme suçuyla mücadele etmek için daha geniş bir ittifak oluşturmak için elzemdir.

Zorla kaybetme; görme ve görünmez olma, bilme ve bilmeme, gizli kapaklılık ve arsız yaygaracılık gibi özgül diyalektiklerin bir arada var olduğu çok özel bir devlet şiddeti biçimidir. Bir başka deyişle, kaybetme pratiği, öyle ya da böyle, özel bir gizlilik ve görünürlük diyalektiği içinde gerçekleşir; tüm detaylarına vakıf olunmasa da, kayıp yakınları dahil olmak üzere herkes bir felaketin meydana geldiğini bilir. “Zorla kaybetme stratejisine özgü gizlilik ve görünürlük diyalektiğine göre, yakınları kaybedilen kişinin gözaltına alındıktan sonra sorgu sırasında feci bir işkenceye maruz kaldığını biliyordu.” 10 Bu diyalektiğe rağmen, çoğunlukla kadınlardan oluşan kayıp yakınları, sevdiklerini aramaya devam etmiş, sayısız hukuk kurumunun kapısını çalmış ve çeşitli hafızalaştırma çabalarıyla farklı sadakat eylemleri gerçekleştirmiştir. Onlar sadece mağdur ya da davacı değil, aynı zamanda siyasi öznelerdir. Gözdağları, tutuklamalar ve işkencelere göğüs germiş, karşılaştıkları birçok ekonomik zorluğa rağmen ailelerini bir arada tutmuş ve son derece düşman siyasi ortamlarda bile taleplerini tekrar ve tekrar dillendirmişlerdir. Tekrar üzerine kurulu bu performatiflik, çoğu zaman somut sonuçlara ulaşmasa da, kendi içinde bir hayatta kalma, direnme ve umut eylemidir. Umudun sadece tekil ve dramatik bir kahramanlık eyleminde vücut bulmadığını, günlük hayatta direnç ve sebat göstermek için sürekli sarfedilen çabalarda da somutlaştığını unutmamak gerekir. “Bu şekilde, umut mutlaka gelecekteki iyiliği değil, öncelikli olarak makul bir hayat yaşamak için sebat göstermeyi hedefler.” 11

Bu kitap bize oldukça zor siyasi koşullarda “makul bir hayat yaşamak için sebat göstermeye” ilham veren, yüreklendiren ve güçlendiren iki aktöre ithaf edilmiştir. Bunlardan ilki şu an vefat etmiş olan, Tahir Elçi; diğeri ise Cumartesi Anneleri/İnsanları’dır. Tahir Elçi, diğer şeylerin yanı sıra, zorla kaybedilenlerin yakınlarının yasal temsilcisi, yerel ve ulusaşırı düzeyde zorla kaybetmelere karşı hukuki mücadele hareketinin kurucularından biri, hem ulusal mahkemelerde açılmasını sağladığı hem de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıdığı davalarda muazzam başarıya ulaşmış tanınan bir avukattı. 15 Ekim 2015’te, Diyarbakır Barosu başkanı olarak katıldığı, CNN Türk’te yayınlanan ‘Tarafsız Bölge’ isimli popüler televizyon programında, PKK örgütünü bir terör örgütü olarak tanımlamadığını belirtmişti. Hakkında ceza davası açılmasına yol açan bu açıklamalarının ardından, ana akım gazeteler ve televizyon kanallarında hedef gösterildi. 28 Kasım 2015’te, güpegündüz Sur’da tarihi bir camiin önünde Diyarbakır’ın kentsel alanlarında devam eden silahlı çatışmayı protesto eden bir basın açıklaması okurken öldürüldü. Failleri hala bilinmiyor. Hayatı boyunca mücadele ettiği cezasızlık, şimdi kendi suikastçılarını koruyor. Zorla kaybetmelerin tanınması ve faillerin adalet önüne çıkarılması için durmaksızın mücadele eden kayıp yakınları ve insan hakları aktivistlerinden oluşan Cumartesi Anneleri/İnsanları ise, 1995’ten beri her cumartesi Beyoğlu, İstanbul’da herkesin bildiği ve oldukça popüler olan Galatasaray Lisesi önünde sessizce oturuyor ve fotoğraflarını ellerinde tutuyor. Polis şiddeti ve siyasi baskılar yüzünden zaman zaman ara vermek zorunda kalınan bu oturma eylemleri, kısa süre önce İstanbul Valiliği tarafından yasadışı ilan edilmesine rağmen, meşruiyetini güçlü olarak koruyor. Sadece bir sivil inisiyatif olarak değil, aynı zamanda kalıcı bir siyasi aidiyet, sadakat ve umut eylemi olarak, ısrarları, bağlılıkları ve dirençleri son derece ilham verici. Bu kitap, işte böyle bir umuda adanmıştır.