O gün bugündür yakınları kayıpların akıbetini soruyor.
YAZDIR

Kıbrıs

Geçiş Dönemi Adaleti Çelişkilerinin Bir Laboratuvarı: Kıbrıs’ta Olumlu Taraflar ve Çözülmemiş Anlaşmazlıklar

Kıbrıs örneği, zorla kaybetme olgusunun çeşitli yönlerini farklı açılardan ortaya koyuyor. Uluslararası bir kurumun, Birleşmiş Milletler’in varlığına rağmen somut adımların atılmadığı çatışmanın ilk yıllarında içine girilen çıkmaz, bu anlamda önemli. Ayrıca, 2000’li yıllarda siyasi iradenin desteğiyle mezarların açılması ve kimliklerin tespit edilmesi çalışmalarının hızlandırılması iyi bir örnek teşkil ediyor. Dahası, geçiş dönemi paradigmasının hakikat ile adalet, uygun şekilde defnedebilme ile sorumluluk, tanınma ile hesap verme arasında kurduğu karşıtlıklar gibi organik paradokslarını ve ikilemlerini daha yakından gözlemlemek için mükemmel bir örnek. Bir yandan karşılıklı güven, iş birliği ve dayanışmayı iyi bir şekilde örneklerken, diğer yandan telafi, sorumluluk ve hesap verebilirliğin belirsizliklerini gösteriyor. Konunun siyasi olmaktan çıkması ile mezar açma ve kimlik belirleme süreçlerinin başarısından dolayı bu vakadan uzlaşının en etkili örneği olarak bahsetmek mümkünken, başka bir açıdan bakıldığında hesap verebilirliğin eksik olduğu fazla teknik yaklaşım eleştirilebiliyor.

Arka plan

1878 tarihli Kıbrıs Sözleşmesi uyarınca Britanya yönetimi altında olan Kıbrıs, 1914’te İngiltere tarafından ilhak edildi. O zamandan bu yana, adadaki iki topluluğun, yani Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türklerin, farklı milliyetçiliklerinin ve çatışan siyasi projelerinin sahnesi hâline geldi. 1950’li yıllarda, toplam nüfusun yüzde 18’ini oluşturan Kıbrıslı Türklerin resmi siyasi projesi adanın bölünmesi olan taksim’ken, nüfusun çoğunluğunu oluşturan Kıbrıslı Rumların siyasi liderleri Yunanistan’la birleşme, yani enosis’i destekliyordu. Milliyetçi ve sömürge karşıtı silahlı mücadelenin ardından, Kıbrıs 1960’da bağımsızlığını ilan etti ve Birleşik Krallık, Yunanistan ve Türkiye arasında iktidar paylaşımını içeren bir çözüme dayalı Zürih ve Londra Anlaşmaları’nın imzalanmasıyla Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu.

1974’te yüzlerce Kıbrıslı Rum esir Türkiye'ye transfer edildi. Bu fotoğrafta yer alan bazı kişiler “kayıp” olarak listelendi. (Lobby for Cyprus)
1974’te yüzlerce Kıbrıslı Rum esir Türkiye’ye transfer edildi. Bu fotoğrafta yer alan bazı kişiler “kayıp” olarak listelendi. (Lobby for Cyprus)

Öte yandan, bağımsız bir cumhuriyetin kurulması ve bağlı olduğu iktidar paylaşımı anlaşması Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumların siyasi amaçları arasındaki uyuşmazlıkları çözmeye yetmedi. “Ana ülkeler”, yani Türkiye ve Yunanistan arasındaki siyasi gerilimleri de dindirmedi. Bağımsızlıktan önce, silahlı mücadele yoluyla Yunanistan’la birleşmeyi hedefleyen bir örgüt olan Ethniki Organosis Kyprion Agoniston (EOKA) 1955 yılında halihazırda kurulmuştu. Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) adlı bir örgüt de taksim’e, yani adanın Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar arasında bölünmesine dair çağrıları güçlendirmek amacıyla kurulmuştu. Bir yandan, Yunanistan’ın topraklarına katılma fikri Kıbrıslı Türklerin ana korkusunu oluştururken, bir yandan da Kıbrıslı Rumların çoğu için Türkiye’nin ada üzerindeki etkisinin ağır basması kabul edilemezdi.

Kıbrıs Parlamentosu
Kıbrıs Parlamentosu
Birleşmiş Milletler’e ait Yeşil Hat, Kıbrıs. (Reuters/Neil Hall)
Birleşmiş Milletler’e ait Yeşil Hat, Kıbrıs. (Reuters/Neil Hall)

1963 yılında, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasından hemen sonra, Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk toplumları arasında yoğun şiddet olayları başladı ve 11 yıl boyunca sürdü. “1963 ila 1967 arasında, Kıbrıslı Rumların radikal paramiliter grupları, Kıbrıslı Türklerin kaçırılması dahil olmak üzere, birtakım acımasız eylemler gerçekleştirdi. Dehşet saçmak ve Kıbrıslı Türklerin köylerini kontrol etmek amacıyla, kaçırılanları infaz ettikten sonra bedenlerini kimsesizler mezarlığına atıyorlardı.” 1 Öte yandan, birçok Kıbrıslı Rum da bu dönemde ya infaz edildi ya da kaybedildi. Toplumlar arasında yıllarca süren şiddet olaylarının ardından, 15 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıslı Rum milliyetçileri tarafından, ülkenin Yunanistan topraklarına katılması için düzenlenen darbeden sonra, durum daha da kötüleşti. Birkaç gün sonra, Türk ordusu 20 Temmuz 1974’de Kıbrıs’ı işgal ederek, Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal düzeni sağlamak amacıyla müdahale etme hakkını kullandığını ileri sürdü. Türkiye, Kıbrıs topraklarının yüzde 36’sından fazlasını işgal etti; mevcut durumu olağanüstü düzeyde kötüleştirdi ve ağır mağduriyetler yarattı: 150.000 Kıbrıslı Rum ve 50.000 Kıbrıslı Türk yerinden edildi; 6000 kişi hayatını kaybetti ve binlerce insan kayboldu. 1983 yılında, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) ayrı bir devlet olarak kuruluşu tek taraflı olarak ilan edildi. Bu durum, yeni devleti tanıyan tek ülke olan Türkiye hariç, uluslararası topluluk tarafından sert şekilde eleştirildi ve kınandı.2

Kayıp Şahıslar Komitesi’nin antropoloji laboratuvarında kemikler inceleniyor. (AP/Petros Karadjias)
Kayıp Şahıslar Komitesi’nin antropoloji laboratuvarında kemikler inceleniyor. (AP/Petros Karadjias)
1974 Türk İstilası sırasında, 20 yaşındayken kaybedilen Epiphanios Kyriakou’nun portresi ve annesi Eleni Kyriakou.
1974 Türk İstilası sırasında, 20 yaşındayken kaybedilen Epiphanios Kyriakou’nun portresi ve annesi Eleni Kyriakou.

2003 yılında KKTC’nin dolaşım özgürlüğü önündeki engellerin kısmi olarak kaldırılması; Annan Planı olarak bilinen, sonunda uygulanmamış olsa da kapsamlı bir çözümü hedeflemiş olan BM destekli planla ilgili görüşmeler; Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 2004 yılında Avrupa Birliği’ne katılması; her iki tarafın da iki toplumun çözümü destekleyen liderleri tarafından ilan edilecek iki kesimli, iki toplumlu bir federasyona dair kararlılığını tekrarlaması, Kıbrıs’taki çekişmeli durumu kısmen yatıştırdı.3 Diğer bir deyişle, her iki tarafa hâkim olmuş olan aşırı katı siyasi tutumla kıyaslandığında, 2000’lerin başında görece yumuşamayı içeren bir dönem başladı. Bununla birlikte, “Kıbrıs 1974’ten bu yana bir çıkmazın içinde bölünmüş bir adadır; savaşın bittiği değil, askıya alındığı bir adadır. […] Dahası, her ne kadar Kıbrıs sorunu sanki biri ‘dur’ düğmesine basmışçasına donmuş durumdaysa da insanlar doğru tetikleyicinin, doğru düğmeye basılmasının olayları tekrar başlatabileceğini bilir.” 4 Kayıplar konusu, ilk bakışta karmaşık ve ihtilaflı Kıbrıs tarihindeki can alıcı bir istisna olarak durabilir, fakat daha derin bir analiz aynı belirsizlikleri içerdiğini göstermektedir.

Suç Örüntüsü

Kıbrıs Kayıp Şahıslar Komitesi’nin (KŞK) verilerine göre Kıbrıs’taki kayıp insanların sayısı 2002’dir. Bunlardan 1510’u Kıbrıslı Rum, 492’si ise Kıbrıslı Türk’tür.5 Toplumlar arası devam eden şiddet döneminde ise, ağırlıklı olarak Kıbrıslı Türkler kaybolurken, yaklaşık 40 Kıbrıslı Rum kaybolmuştu.6 Bu dönemdeki kayıplar çoğunlukla evlerinden alınan sivillerdi. İkinci kayıplar dönemi, Türkiye’nin adayı işgal etmesinden hemen sonra başladı. Bu sefer, daha çok Kıbrıslı Rumlar hedefleniyordu. “Hedeflerin evlerinden alınan siviller olduğu ilk döneme tamamen zıt olarak, ikinci dönemde kayıpların çoğu, genellikle askeri operasyonlar sırasında hesaplaşma peşindeki paramiliter gruplar tarafından, çoğunlukla Türk askerlerinin desteğiyle infaz ediliyordu.” 7 Bedenler adaya yayılmış hâldeki toplu mezarlara gömülüyordu.

Kayıp yakınları, hem toplumlar arası şiddet döneminde hem de 1974 sonrası, ağır insan hakları ihlallerine maruz kaldı. Bazı vakalarda kayıp aileleri de zorla göç ettirildi ve bu durumu daha da zorlaştırdı. Kayıp yakınları, cinsel taciz ve tecavüz olmak üzere, cinsel şiddetle de hedef alındı. Bunlar özellikle toplumlar arası şiddet döneminde olmakla birlikte, 1974’ten sonra da yaşandı. Cinsel şiddet konusu, her iki toplumun siyasi makamları tarafından hiçbir zaman tanınmadı ve hep görmezden gelindi.8

Kayıpların sayısı, adanın küçük nüfusu düşünüldüğünde, Kıbrıs toplumunun önemli bir kesiminin sorundan doğrudan etkilendiğini gösteriyor. “Son dönemde yapılan bir ankette, ankete cevap verenlerin yüzde 20’sinden fazlası bu iki şiddet döneminde yakın bir aile üyesinin kaybolduğunu bildirdi.” 9 Dolayısıyla, kayıplar konusu yalnızca sembolik önemi nedeniyle değil, büyüklüğü nedeniyle de mühimdir. Bu yüzden, sürekli ve şiddetli siyasi gerilimler ve çeşitli ihtilaflara rağmen, KKTC’nin kuruluşundan sonra her iki taraf da kayıplar konusunu ele almaya karar verdi ve çatışmanın diğer unsurlarına nazaran, bu yönde daha erken girişimler başlattı.

1981’de iki toplumlu bir kuruluş olan Kıbrıs Kayıp Şahıslar Komitesi (KŞK), Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk toplumlarının liderleri tarafından Birleşmiş Milletler’in katılımıyla kuruldu. Fakat, KŞK herhangi bir kazı gerçekleştiremedi ve 20 yılı aşkın süre “ağırlıklı olarak iki toplum arasındaki işbirliği ve güven eksikliğinden ötürü” faaliyet gösteremedi.” 10 Durum en nihayetinde değişti ve KŞK, 1990’ların sonunda mezar alanlarını açmaya başladı, 2000’li yıllarda ise çalışmalarını hızlandırdı. KŞK, 2018 itibarıyla kazılar yoluyla 1215 alanı açtı ve 664 Kıbrıslı Rum ve 221 Kıbrıslı Türk’ün kemikleri kimlik tespitinden sonra ailelerine verildi.11 Bu sayılar KŞK’nın önemli başarısını gösteriyor, ancak çalışmalarıyla ilgili devam eden engeller ve tartışmalar da mevcut. Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri, “[…] adanın kuzeyinde konuşlanmış olan Türk ordusunun askeri bölgelerde yer alan muhtemel mezar alanlarının bulunması ve açılmasına, Türkiye’nin ise 1974’te kendi kontrolündeki topraklarda kaybolan insanların aranmasına ya da ilgili ordu arşivlerine erişime izin vermeyi sürekli olarak reddetmesi”nin bu çalışmalara engel olduğunu belirtiyor.” 12 KŞK’ye askeri alanlara erişim izninin ancak 2015 yılında verildiği gerçeği, siyasi ve askeri makamların mezarların açılması ve kimlik tespiti konusunda devam eden isteksizliğini gösteriyor.

Hukuki Durum

Kıbrıs’taki kayıpların hukuki durumu karmaşık bir bağlamda gelişiyor. Bir yandan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Kıbrıs Cumhuriyeti tarafından tanınmıyor ve adanın bölünmüş olması yetkili hukuki makamın belirlenmesini karmaşık hâle getiriyor, bir yandan Türkiye’nin müdahalesi, kaybolanların önemli bir kısmının 1974 askeri müdahalesinden sonra kaybolduğu düşünüldüğünde, sorumlulukla ilgili durumu zorlaştırıyor. Bu açıdan Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) yargı yetkisini tanıyor olması, kayıp yakınlarının yanı sıra resmi paydaşların talepleri için uluslararası bir hukuki alan sağlıyor.

Kıbrıslı kayıp kişiler bağlamında, AİHM farklı şekillerde kullanıldı. İlk olarak, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, Türkiye Cumhuriyeti aleyhine AİHM’e yaptığı devletler arası başvuru, kaybolanların hukuk sahnesi açısından olağanüstü önem taşıyordu. Büyük Daire, Mayıs 2001’de verdiği kararla, yaşamı tehdit eden koşullarda kaybolan kayıpların yeri ve akıbetiyle ilgili etkili soruşturma yürütmede başarısız olan Türkiyeli makamların, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 2. maddesinin usul yükümlülüğünü devamlı olarak ihlal ettiğini tespit etti.13 Ayrıca AİHM, 5. maddenin devamlı ihlali ile sahici endişelerine rağmen ilgili makamların sessiz kalmasını insanlık dışı muamele olarak değerlendirerek, kayıp aileleri açısından 3. maddenin ihlal edildiğini tespit etti. “AİHM’in yeterli kanıt olmadığı gerekçesiyle, kayıp Kıbrıslı Rumların aslında Kıbrıslı Türk merciler tarafından alıkonulduğunu hiç tespit etmemiş olduğunun altını çizmek gerekir.” 14 Karardan sonra, Bakanlar Komitesi, Türkiye’nin karara uygun hareket edip etmediğini denetledi ve çeşitli ara kararlar alarak Türkiye’ye etkili soruşturma yürütülmesini sağlama ve KŞK’nın çalışmalarına destek olma çağrısında bulundu. Son olarak, Kıbrıs/Türkiye davasında Büyük Daire, önceki kararından neredeyse 13 yıl sonra verdiği 12.05.2014 tarihli kararıyla, kayıp yakınlarının mağduriyetlerinin adil tazmini için Türkiye’nin manevi tazminat olarak Kıbrıs’a 30.000.000 avro ödemesine hükmetti.15

Kıbrıslı Türkler de AİHM’i yaşam hakkı (2. madde), işkence yasağı (3. madde), kişi özgürlüğü ve güvenliği (5. madde) ve ayrıca ayrımcılık yasağının (14. madde) ihlaliyle ilgili taleplerini yöneltmek için hukuki bir araç olarak kullanmıştır. Karabardak/Kıbrıs ve Baybora/Kıbrıs davalarında, bu ihlallerin başvurucuların Kıbrıslı Türk ve Müslüman olmaları sebebiyle yapıldığı iddia edildi. Fakat bu davalar altı ay kuralı sebebiyle kabul edilemez bulundu. AİHM, başvuruyu reddedip, oybirliğiyle kabul edilemez olduğunu belirtirken:

Mahkeme, birinci başvurucunun kaybedildiği iddiasını, bu kaybedilme olayını takip eden ilk yirmi beş yıl boyunca davalı Devlet’in yetkililerinin dikkatine sunmak amacıyla başvurucular tarafından hiçbir şey yapılmadığına dikkat çekmektedir. 1989’da KŞK üzerinden bir başvuruda bulunmuşlardır. KŞK’nın etkili bir hukuk yolu olmadığını, zira öne sürülen kaybolmayla ilgili güvenilir bir soruşturma yürütemediğini belirtmişlerdir. Öte yandan, Mahkeme’ye başvurmak için bir yirmi yıl daha beklemişlerdir. Başvurucular KŞK’dan yardım istemeden ve akabinde Mahkeme’ye başvurmadan önce neden bu kadar uzun süreler beklediklerini açıklamamaktadırlar. […] Mahkeme açısından, öne sürüldüğü üzere, başvurucuların etkili iç hukuk yollarının tükendiği varsayılsa bile, başvurularını yaptıkları tarih olan 30 Ekim 2001’den çok önce bunun farkında olduklarının düşünülmesi gerekmektedir.16

Mahkeme’nin bu iki davadaki kararları, görece üstü kapalı bir yaklaşıma sahip olmaları sebebiyle eleştirilmiştir. Mahkeme, kaybetme suçunun devamlı olma niteliğini tanımak yerine, kendini altı ay kuralının başlamasına yapılan bulanık bir referans noktasıyla sınırlamış ve bu referans noktasının 2001’den çok önceye dayandığını öne sürmüştür. Ayrıca, bu kararlar “[…] diğer kayıp yakınlarını davalarıyla ilgili olarak hangi zamansal noktanın geçerli olduğuna ilişkin arafta bırakmıştır.” 17

Son olarak, Varnava ve diğerleri/Türkiye davası, AİHM’in başvuruların altı ay kuralına uyumunu yeniden değerlendirdiği dava olarak bahsedilmeye değerdir. Bu dava, dokuz yakın akrabalarının—sekiz askeri personel ve bir sivil— Temmuz 1974’te, o zamanlar de facto Türkiye’ye veya Kıbrıslı Türklere ait güçlerin kontrolünde olan topraklarda kaybolduğunu öne süren 18 Kıbrıslı Rum tarafından açılmıştı. Bu başvuru vesilesiyle AİHM, kaybolmalar ile başvurular arasındaki 15 yıllık sürenin, uygun olmayan bir gecikme olarak yorumlanıp yorumlanmayacağını tartıştı. “Başvurucular, yakınlarının kaybolmasının Kıbrıs hükümeti ve Uluslararası Kızıl Haç Komitesi (UKHK) tarafından kısa süre içinde Kıbrıs’ta Türkiye’nin dikkatine sunulduğunu gösterebildiler. Mahkeme, ayrıca başvurucular için ‘normal soruşturma prosedürlerinin olmadığı, uluslararası çatışmadan doğan istisnai durum içinde’, başvurucuların BM (KŞK soruşturması) ve Kıbrıs hükümetinin (devletlerarası dört talep) girişimlerini dikkate almalarını makul buldu.” 18 Her ne kadar Kıbrıslı Türkler tarafından yapılan başvurular sonucu açılan davalar ve Varnava davasında verilen kararlardaki çelişki tartışmaya açık olsa da AİHM’in Varnava davasındaki yorumunun, kararın kendisinde de belirtildiği üzere, Sözleşme’de verilen güvenceler ve altında yatan değerlerin pratik ve etkili bir biçimde korunması için çok önemli olduğu ortadadır.

Kıbrıs vakasında, sorumluların çoğunlukla devlet görevlileri olduğu diğer vakaların aksine, birbiriyle hâlâ çatışan iki farklı toplumdan iki grup mağdur ve iki grup sorumlu bulunuyor.

Hafızalaştırma Çalışmaları

Zorla kaybedilenlerin yakınlarının taban hareketlerine odaklanan bir araştırmacı olan Iosif Kovras, Kıbrıslı Rum ailelerin resmi aile derneği olan Beyan Edilmemiş Mahkum ve Kayıp Yakınları Pan-Kıbrıs Kuruluşu’nun (Bundan böyle “Kuruluş” olarak anılacaktır) siyasetçiler üzerinde büyük siyasi etkiye sahip nadir mağdur topluluklarından biri olduğunu öne sürüyor.19 Bu topluluk, hem yerelde hem de uluslararası alanda etkili olurken, küresel olarak da çok dikkat çekmiş. Ayrıca, Kuruluş, sorunu çerçevelendirme, yas dilini belirleme ve kayıp yakınları ile resmi makamlar arasındaki ilişkileri şekillendirme gücüne sahip. Kıbrıs vakasında, sorumluların çoğunlukla devlet görevlileri olduğu diğer vakaların aksine, birbiriyle hâlâ çatışan iki farklı toplumdan iki grup mağdur ve iki grup sorumlu bulunuyor. Türkiye ve Türkiyeli sorumlular gibi yabancı aktörler de elbette bu alana dahil olsa da bu durum, adanın her iki tarafındaki mağdurların her birinin devletleri tarafından çokça destek gördükleri gerçeğini değiştirmiyor.

Bununla beraber, bu siyasi destek —bir dereceye kadar— aynı zamanda siyasi manipülasyon anlamına geliyor ve kayıp yakınlarının söylemini, hâkim ulusal söyleme hapsederek katılaştırıyor. Resmi ilişkilerin bu etkisi, yasın tonunda, kelime dağarcığında ve biçiminde geri döndürülmez bir iz bırakıyor. Paul Sant Cassia, kayıplarla ilgili olarak, adanın her iki tarafının kullandığı farklı kelime dağarcıklarına dikkat çekiyor: Kayıplar, Kıbrıslı Türklerin bağlamında şehitler olarak, Kıbrıslı Rum kesiminde ise agnoumeni (henüz bulunamamış, haber alınamayan) olarak hatırlanıp adlandırılıyorlar. Sant Cassia, kelimelere dair seçimlerin iki tarafın siyasi bağlamlarıyla yakından ilgili olduğunu düşünüyor: Kıbrıslı Türklerin kayıpları yeni cumhuriyetin kuruluşu için şehit olanları temsil ediyor ve bir zafer göstergesi olarak donuk heykellerle hatırlanıyor. Öte yandan Kıbrıslı Rumların kayıpları, henüz bitmemiş bir şeyi, başa çıkılmamış bir kaybı ve açık bir yarayı temsil ediyor.20

Girit Dağları’nda 1974 istilasına ait bir Türk tankı.
Girit Dağları’nda 1974 istilasına ait bir Türk tankı.

Hafızalaştırma çalışmaları ve taban örgütlerinin siyasi durum ve siyasi aktörler tarafından derinden şekillendirildiği düşünüldüğünde, ancak siyasi atmosferdeki görece değişim sonrası daha kapsayıcı, iki topluma da yönelik olan anma girişimleri başlatılabildi. Bu süreç, 1990’ların sonunda, Kıbrıs Rum kesiminin Dışişleri Bakanlığı’ndaki küçük bir çevre etrafında gelişmeye başladı: Siyasilerden oluşan küçük bir grup “[…] iki temel prensibe dayanarak kayıplarla ilgili yeni bir politikayı hayata geçirmenin gerekliliğine ikna olmuşlardı: 1) Konunun çözümüyle Kıbrıs sorununun çözümü için yapılan siyasi görüşmeleri birbirinden ayırma gerekliliği ve 2) Cumhuriyet’in (hem Kıbrıslı Rum hem de Kıbrıslı Türk) kayıp vatandaşlarının vakalarını şeffaf biçimde ele alma gerekliliği.” 21 Böylece, Kıbrıslı Rum toplumunda, kayıplar konusunda önceki zamanlarda yaşanan aşırı siyasileşmenin arka planını oluşturduğu bir depolitizasyon süreci başladı. Kıbrıs Türk kesiminde, ancak 2000’lerden sonra aşırı milliyetçi ve katı duruşta kısmı bir değişiklik oldu. Özellikle Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım süreci ve yeni seçilmiş Türk hükümetinin 2003 yılındaki çözüm taraftarı duruşunun yanında, katı milliyetçi Kıbrıslı Türk siyasetçilerin gidişi yeni bir fırsat alanı açtı. Farklı stratejilerde her ikisi de araçsallaştırılan Kıbrıslı Türk kesimin “mağduriyet egoizmi” ve Kıbrıslı Rum kesimin “mağduriyet hayırseverliği” siyasi alandaki değişimle birlikte seyreltildi.

2000’li yıllardan sonra kazanılan ivme sırasında kurulan Birlikte Yapabiliriz gibi yeni iki topluluklu kayıp yakınları grupları, daha kapsayıcı bir yaklaşıma ek olarak, fazla siyasileşmiş bir kelime dağarcığı yerine, daha insani ve kişisel bir kelime dağarcığını ve ortak bir yas anlayışını benimsedi. Bu girişim, ebeveynlerinden daha farklı bir bakış açısına sahip ve diğer tarafın acısını duymaya daha açık olan genç nesil tarafından (kayıpların çocukları) kuruldu. “Hareketleri kısaca, ortak yas, üzüntü ve annelik deneyimleri üzerinden şiddet dolu geçmişe yönelik alternatif bir bakışı teşvik etmeyi hedefliyordu.” 22 Ancak, genç nesil tarafından bu örgütlerin kurulması sonrası, “ötekiyle” konuşmak ihanet olarak algılanmamaya başladı. Kıbrıs’taki bu iki toplum için, iki topluluklu ve kapsayıcı böylesi bir yaklaşımın önünde görünen o ki uzun bir yol var.

Bireysel Hikâye

KIBRIS KAYIP ŞAHISLAR KOMİTESİ

Kıbrıslı Kayıp Şahıslar Komitesi’nin (KŞK) hikâyesi, geçiş dönemi adaletinin çelişkilerini etraflı bir şekilde ortaya koyuyor. KŞK, Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk toplulukların liderleri tarafından, Birleşmiş Milletler’in katılımıyla 1981 yılında kurulmuş iki topluluklu bir oluşumdur. KŞK, kayıp insanları içeren bir liste üzerinde uzlaşılması sonrası amacını, 1963-1964 yıllarındaki topluluklar arası çatışmalar ve 1974 yılındaki olaylar sırasında kaybolan 2003 insanın kemiklerinin bulunması, kimlik tespitinin yapılması ve ailelerine iade edilmesi olarak belirledi. Öte yandan, KŞK 25 yılı aşkın bir süre neredeyse hiç faaliyet göstermedi. Ancak 1990’ların sonunda yavaş yavaş faaliyetlerine başlayarak, 2000’li yıllarda çalışmalarına hız kazandırdı.

KŞK’nın üç üyesi bulunuyor. İki üye sırasıyla Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk topluluklar tarafından atanırken, bir üyesi de UKHK ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri tarafından atanıyor. KŞK ayrıca 60 Kıbrıslı arkeolog, antropolog ve genetikçiden oluşan ve adada kazılar yürütüp kemiklerin antropolojik ve genetik analizini gerçekleştiren iki topluluklu bir adli birimi barındırıyor. Kemiklerin çıkarılıp kimlik tespitinin yapılması ve ailelere iade edilmesi KŞK’nın ana görevini oluşturuyor. Görev ve yetki tanımına göre, “KŞK kayıp kişilerin ölüm sebebini ya da ölümlerinin sorumlularını belirleme girişiminde bulunmaz. Amacı insani olup etkilenen binlerce aileye kayıp yakınlarının kemiklerini ulaştırarak bir kapanış yaşamalarını sağlamayı hedefler.” 23 Uzmanlar, kayıp kişinin cenazesinin ya da kemiklerinin durumu hakkında aileleri bilgilendiremez ve işlerini yaparken katı bir gizlilik içinde çalışır. KŞK, 2006 ila 2018 yılları arasında 1218 kişinin mezarını açmış ve 664 Kıbrıslı Rum ve 221 Kıbrıslı Türk’ün kimliğini belirleyip, ailelerine iade etmiştir.

Kıbrıs’ta insan kemiği buluntuları için yapılan kazı. (CMP)
Kıbrıs’ta insan kemiği buluntuları için yapılan kazı. (CMP)

Bu, bir yandan Kıbrıs’taki çıkmaz düşünüldüğünde bir başarı hikâyesidir; bir yandan da hem mezar yerleriyle ilgili bilgi veren, kendileri de suçun sorumlusu olabilecek kişilerle hem de ölüm sebebiyle ilgili var olan katı gizlilik ilkesi daha derin soruları ortaya çıkartıyor ve hakikate yönelik daha ileri bir soruşturmanın önünde engel oluşturuyor. Hakikat, ancak oldukça kısmi ölçüde paylaşılıyor gibi görünüyor ve mezarların açılması ile kimlik tespiti, ancak hukuki hesap verebilirliğin önlenmesiyle mümkün oluyor. 24 KŞK’nın işleyişi tam bir depolitazyon sonucu mümkün kılınsa da adalet, hukuki hesap verebilirlik ve daha derin bir siyasi tartışma ihtimalini tehlikeye soktu. Görünüşe bakılırsa, hakikat ile adalet, mezarların açılması ile sorumluluk ve kaybolmanın hatırlamaya dair yönleri ile hukuki yönleri arasındaki gerilim çözümsüz kalmaya devam ediyor.

Kaynakça

Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri. Missing Persons and Victims of Enforced Disappearance in Europe. Avrupa Konseyi, 2016.

Bryant, Rebecca. “Partitions of Memory: Wounds and Witnessing in Cyprus.” Comparative Studies in Society and History 54, sayı 2 (2012): 332-360.

Dinsmore, Darren. “Revisiting the Obligation to Investigate Disappearances in Cyprus: An Appraisal of the Grand Chamber Judgment of the European Court of Human Rights in Varnava and Others v. Turkey.” Erişim tarihi: 8 Haziran 2018. https://www.academia.edu/28531664/Revisiting_the_Obligation_to_Investigate_Disappearances_in_Cyprus_An_Appraisal_of_the_Grand_Chamber_Judgment_of_the_European_Court_of_Human_Rights_in_Varnava_and_Others_v._Turkey.

Kovras, Iosif. Grassroots Activism and the Evolution of Transitional Justice. The Families of the Disappeared. Cambridge: Cambridge University Press, 2017.

Kyriakou, Nikolas. “Enforced Disappearances in Cyprus: Problems and Prospects of the Case Law of the European Court of Human Rights.” European Human Rights Law Review 2 (2011): 190-199.

Kyriakou, Nikolas, ve Nurcan Kaya. Minority rights: Solutions to the Cyprus conflict. Londra: Uluslararası Azınlık Hakları Grubu, 2011.

Polili, Öncel. Kuzey Kıbrıs’ta Kayıp Kişiler ve Ailelerinin İnsan Hakları. Lefkoşa: Kıbrıslı Türk İnsan Hakları Vakfı, 2012.

Sant Cassia, Paul. “Guarding Each Other’s Dead, Mourning One’s Own: The Problem of Missing Persons and Missing Pasts in Cyprus.” South European Society & Politics 11, sayı 1 (2006): 111–128.

Yakinthou, Christalla. “The Quiet Deflation of Den Xehno? Changes in the Greek-Cypriot Communal Narrative on the Missing Persons in Cyprus.” Cyprus Review 20, sayı 1 (2008): 15–33.